HAYAT VE HATIRATIM

25 Temmuz 2007

                                                              

Hatırat kitabının PDF dosyasına ulaşmak için tıklayınız.

H   A   T   I   R   A   T

DOĞANLAR   KÖYÜ

Yavuz Sultan Selim zamanındaki kayıtlara göre Doğanlar köyünün eski adı DOĞANTAŞ imiş. O devirlerde bölgede DOĞANTAŞ köyü olarak bilinen bu köy,  daha sonraları Doğanlar Köyü olarak tanınmıştır. Söylendiğine göre eskiden bu bölgede bulunan dağlar ormanlık imiş. Kurt, tilki, sansar, porsuk yaban domuzu, porsuk ve tavşan gibi hayvanlar ve kuzgun atmaca, cırık, keklik, cukka, şahin doğan gibi kuşlar bu  bölgede bol imiş. Buralar da yaşayan insanlar genellikle avcılıkla meşgul olurlarmış. Doğan kuşuyla avlanma geleneği yaygın imiş. Fakat bu âdet sonraları terkedilmiş ama anıları devam etmektedir.

Ben çocuk iken köyümüzde pek çok avcı vardı. Yukarıda sayılan hayvanların ve kuşların çoğu dağlarımızda mevcut idi. Özellikle tilki, porsuk ve sansar avı devam ediyordu. Çünkü henüz ulu ağaçlarla kaplı ormanlık dağlar vardı. Dağlarda yerden kaynayan pek çok akar sular vardı. Ama şimdi bu dağlar ormansız ve susuzdur. Çölü andıran çıplak dağlar halindedir.

 

BÖLGENİN İDARİ YAPISI

Doğanlar Köyü, Muğla, Burdur ve Antalya vilayetlerinin birleştiği bir noktada bulunmaktadır. Mesela bizim köye bir saatlik mesafede bulunan Çıvgalar, Kayabaşı ve Küçüklü köyleri Antalya’ya bağlıdır. Yine Doğanlar’a yaklaşık bir saat mesafede bulunan Yazır Köyü de Burdur’a bağlıdır. Medreseleriyle meşhur olan Elmalı Kazası –ki Antalya’ya bağlıdır- Doğanlar Köyüne yürüyüşle altı ile sekiz  saat mesafededir. Burdur’a bağlı olan Horzum Medreseleri de takriben altı-yedi saat mesafededir. Şu anda Doğanlar Köyünden bir çok aile Antalya’da yerleşmiştir.

Doğanlar Köyünün de bulunduğu bölgenin genel adı SEKİ YAYLASI’dır.  Bu bölgenin nahiye merkezi SEKİ’dir. Bu bölgede bulunan başlıca yerleşim yerleri yani köyler şunlardır: Seki (nahiye), Dont, Zorlar, Kayabaş, Doğanlar, Bekçiler, Çaltılar, Çobanisa, Karaçulha, Gökben ve vs….

Bölgenin rakımı, 300 ile 1500 arasında değişir. Kışları soğuktur ve kar yağar.

Doğanlar Köyü Fethiye’ye 90 km mesafededir. Eskiden köyden kazaya yürüyerek 2 günde gidilirdi. Şimdi araba ile bir saattir. Antalya’yı İzmir’e bağlayan önemli ve işlek karayolu Doğanların bir mahallesi olan Bekçilerden geçmektedir. Fethiye’yi İstanbul’a bağlayan ve Burdur’dan geçen karayolu da Bekçiler’den geçer.

 

BÖLGENİN GEÇİM KAYNAĞI

Bölgenin başlıca geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdır. Buğday, arpa, yulaf, nohut, mısır, darı, patates gibi ürünler bölgenin yayla kısmında ekilen ürünlerdir. Her çeşit sebze ve meyve de mevcuttur.

Eskiden bölge halkı yazın yaylalara ve dağlara, kışın da ılık ve nemli, bol yağmur alan Fethiye ve Esen sahillerine göçerlerdi. Tabii şimdi daha çok yerleşik düzen  hakimdir.

Bölge halkı bu şekilde bir göçebe hayatı yaşarken bu renkli hayatın neticesi olarak pek çok şarkılar, fıkralar türküler ve aşk hikayeleri halk arasında yaygındır. Mesela “Yayla yollarında…” diye başlayan aşk ve üzüntü şarkıları vardır. Bu yollarda o gülerin şartlarına göre yapılmış hanlar, su sarnıçları, konaklama yerleri vardı. Halk bahar gelince koyun, keçi, sığır, eke, at, deve, ve katır gibi hayvanlarıyla, tavuğu köpeği ve kedisiyle, devlere sarılmış yükleri ve çadırlarıyla çoluk çocuk yollara düşer ve yaylalara göç ederlerdi. Sonbaharda da aynı şekilde sahile inerlerdi. Bu yolculuklar asırlarca böyle devem etmiştir.

 

BİTKİ ÖRTÜSÜ

Bölgenin bitki örtüsü oldukça çeşitlidir. Bölge tamamen ormanlıktır. Bu bölgede 50 kilometrelik bir mesafede dünyada yetişen bitkilerin pek çoğuna rastlamak mümkündür. Fethiye ve Eşen sahillerinde sıcak iklim bitkilerinin hemen hepsi vardır. Zeytin, nar, her çeşit narenciye, keçi boynuzu gibi meyve veren ağaçlar, palamut, tenel ve zekkum  gibi  süs ağaçları, çeşitli kereste ormanları vardır. Seracılık yoluyla her çeşit sebze yetiştirilir.

Deniz sahillerinden başlayarak yukarı doğru yürüdükçe kademe kademe bitki örtüsü ve çeşitleri değişir. Yükseldikçe sahilde olmayan bitkiler ve ağaçlar karşınıza çıkar. Rakım yükseldikçe çam, köknar ormanları vardır. En sonunda ardıç ormanları, karamuklar göze çarpar ve en sonunda da bitkisiz karlı dağlara rastlanır. Bu kadar çeşitliliği 50 kilometre mesafede ancak Fethiye ve Antalya bölgesinde görebilirsiniz.

 

TARİHİ ESERLER

Fethiye bölgesinde adım başına bir harabeye ve kalıntıya rastlamak mümkündür. Bu bölgede çok eki medeniyetler yaşamıştır. Akar suları çok boldur.

Not: Buraya Fethiye bölgesinde ulunan tarihi eserler verilecektir.

 

 

 

BENİM SOYUM

 

Yaşlı insanlardan aldığım ve halk arasında dolaşan bilgilere göre, soyadı kanunu çıkmadan önce ailemizin adı MUCUKLAR idi. Bu sülalenin bu bölgeye Çankırı’dan geldiği siylenir.  Söylendiğine göre Aile ilk önce Elmalı’nın Eskihisar köyüne yerleşmiş oradan da Fethiye bölgesine geçmiş. . Eskihisar köyünde bizim çocukluğumzda  herkesçe bilinen Çankırı’lı Mustafa Efendi diye bir âlim  kişi vardı. Takriben 18. asırda ailenin bir bölümü Fethiye bölgesine geçmiştir. Söylendiğine göre bunlar dört kardeş imişler. Bunlardan birisi Doğanlar Köyüne, diğer üçü de bugün Antalya vilayetine bağlı Çıvgalar, Kayabaş ve Küçüklü köylerine yerleşmişler.

Doğanlar Köyüne yerleşenlere Mucuklar, Çıvgalara yerleşenlere Ketselliler, Kayabaş’a yerleşenlere Kelayanlar, Küçüklü’ye yerleşenlere Kındıllılar denmişler.

Benim bağlı olduğum sülale, ondukuzuncu asırda bölgenin ağası olarak meşhur olan mucuk İsmail sülalesidir. Bu zat Babamın dedesidir. Onun oğlu Ali Efendi, Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hocadır ve köyde bir medrese açmıştır. Babam Şakir özek de Elmalı Medreselerinde okumuş bir hocadır ve köyde 20 sene kadar da imamlık ve hatiplik yaptır. 1999 senesinde 97 yaşında vefat ettimiştir. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin.

Annem Nazmiye hatun da Horzum medreselerinde okumuş, Öküz Ahmedin Ali Efendi diye meşhurdur.

Annem, çok akıllı ve  bilgili bir hatun idi. Ben onun o kadar derin bilgisine ve anlayışına, bize ezberden anlattığı hikaye ve masalları nasıl öğrenip aklında tuttuğuna hala şaşarım. Bütün köy kadınları gelir ona akil danışırdı. Açık yürekli, temiz kalpli, hoş sohbet, herkese iyilikle davranan, güler yüzlü sevecen bir hanım efendi idi.

Annem 14 tane çocuk doğurmuştur. Bunların hepsi bir ana ve babadandır. Bunlardan  11 tanesi yaşamıştır. Sekiz kız 3 erkek. Ancak birkaç ay önce kızlardan biri vefat etti. Şu anda hayatta on kardeşiz.

MUCUK SÜLALESİNDEKİ GELİŞMELER

Elmalı’nın Eskihisar Köyüne Çankırı’dan hangi tarihte geldikleri tam olarak bilinmeyen mucuklar sülalesi, orada bir müddet kaldıktan sonra aileden dört kardeş oradan Fethiye bölgesine göç ederler. dört kardeşten biri  Fethiye’ye bağlı Doğanlar Köyüne yerleşir. Diğerleri ise Antalya’ya köylere yerleşirler.

Doğanlar’a yarleşen ilk kişinin adı  Yusufca olarak bilinmektedir.. Ama onun torunu olduğu sanılan mucuk İsmail, babamın dedesidir.

Çıvgalar’a göç edenler “Mestelliler” diye Küçüklü’ye göç edenler de “Kındılar” diye bilinmektedirler. Bu iki koldan göze batan bir kişi yetişmemiş olacak ki, zaman içinde bunlar etkinliklerini kaybetmişlerdir. Veya onlar hakkında benim fazla bilgim yok.

Kayabaş Köyüne göç eden aile kısa zamanda bölgenin tanınmış kişilerini yetiştirmiştir. Orada Kelayanlar diye tanınan bu aile Antalya vilayetinin merkezinde ve civarında yerleşmişler ve çok büyük arazilere sahip olmuşlardır. Bunlardan 1940 lı yıllarda talebe olarak Antalya’da bulunduğum sırada Kel Tevfik ve Hacı Salih adında yaşlı iki kişiyi tanıdım. Her ikisi de büyük arazilere sahip ağalardı. Özellikle Hacı Salih’in çok büyük arazisi vardı. Bugün Antalya Havalimanının bulunduğu araziler ve o bölgeye yakın ormanlar hep Hacı Salih’in idi. Ben Antalya’da talebe iken Hacı Salih beni görmek istemiş ve bizi okutan hoca Ömer Ali hafıza haber göndermiş. Hoca bana.” Hacı Salih seni görmek istiyor onu ziyaret et” dedi. Fakat utandığım için gitmedim.

 

MUCUK İSMAİL

Babamın dedesi Mucuk İsmail, Doğanlar köyünüde tanınmış bir kişi dir. Yedi tane erkek evladı olmuş. Bunlardan mucuk Ali efendi benim dedem. Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hocadır. Köyde bir medrese açmış ve hayatını köyde geçirmiştir.

Mucuk İsmail’in diğer oğulları Mehmet Çavuş ve Osman Çavuş da köyün ileri gelenlerinden imişler.

Babamdan duyduklarıma göre, Osmanlının son zamanında Abdulhamit devrinde Osmanlı Meclisi Mebusanı açılınca Fethiye’den Meb’us seçilmek için Yunus Nadi Mucuk İsmail’e mektup yazarak kendisini desteklemesini istemiş, o da desteklemiş ve Yunus Nadi Fethiye Meb’usu olmuştur. Yunus Nadi, aslen Fethiye’nin Seki  Nahiyesindendir. Onların aile adları Abalılar diye bilinmektedir. Söylendiğine göre Atatürk Yunus Nadi’ye pek de iyiy olmayan bir soyadı takmış, Yunus Nadi beğenmediği için Atatürk’ün sağlığında bu soyadı kullanmamış ve Atatürk’ün ölümünden sonra  aile adı olan ABALI soyadını almıştır.Bilindiği gibi Yunus Nadi’ye Cumhuriyet Gazetesini Atatürk vermiştir. Söylendiğine göre Cumhuriyet Gazetesi daha  önce binası ile birlikte bir Ermeni’nin imiş.

 

MUCUK ALİ EFENDİ

Elmalı’da Medreseyi bitirip köye gelince evlenen Ali Efendi’nin ilk hanımından aç kızı olmuş, fakat oğlu olmamış, banun üzerine orta yaşta iken henüz kız olan Rukiye ile evlenmiş, ondan üç oğlu iki kızı olmuştur. Benim baba bir halalarım olan  Ayşe, Gülle Fatmana halalarıma ben yetiştim. Her üçü de çok iyi kadınlardı. Bizi çok severlerdi. Biz de onları çok severdik . Bizin çocukluğumuzda  onların aileri köyün ileri gelen kimseleri idi. Hepsine Allah’tan gani gani rahmet niyaz ediyorum . Kabirleri pürnur makamları cennet olsun.

Mucuk Ali Efendi’nin ikinci hanımından ola çocukları şunlardır:

Oğulları: Şakir, Nurullah ve İsmail’dir.

Kızları: Hanım ve Hafsa’dır.

Bunların hepsi Hakkın rahmetine kavuşmuşlardır. Hepsine Allah’tan  rahmet ve mağfiret niyaz ediyorum.

 

BABAM ŞAKİR ÖZEK

 

Şakir Özek 1902 yılında Fethiye’nin Doğanlar köyünde doğmuştur.Babası Ali Annesi Rukiyye’dir. Çocukluğu köyde geçmiş daha sonra Elmalı’ya giderek oradaki Sinan Ümmi Medresesine kaydolmuş, Medreseler kaptılıncaya kadar orada okumştur.

Daha sonra köye dönen Şakir Özek önce…evlenmiş, kısa süre sonra ondan ayrılarak Öküz Ahmed’in Ali Efendi diye tanınan, Burdur’a bağlı Horzum Medreselerinde okumuş Ali Efendinin kızı Nazmiye Hatun ile evlenmiştir. Şakir ve Nazmiye’nin 14 çocukları olmuş, bunlardan 11 tanesi yaşamıştır. Sekizi kız, üçü erkektir.

Kızlar: Zeynep, Hamide, Hafsa, Şahsena, Rukiye, Fatıma, Ayşe ve Kevser’dir. Hepsi evlenmiştir.

Oğlanlar: Ali, Mustafa ve Tahsin’dir.

Ali Özek, Prof. Dr. İlahiyatçıdır ve Tefsir mütehassısıdır.

Mustafa Özek, doktordur.

Tahsin Özek, hakimdir.

On bir kardeşten Hamide  vefat etmiştir. Şu anda geri kalan10 kardeşin hepsi hayattadır.

Şakir Özek 1999 yılında vefat ettiği zaman torunların sayısı 100’ü aşmıştı.

 

ŞAKİR ÖZEK

 1903 yılında Mucuk Ali Efendi ve Rukiye ‘den doğan Şakir Özek, Doğanlar Köyünde o günün şart ve imkanlarına göre ilk tahsilini yaptıktan sonra, Elmalı’da bulunan Sinan Ümmi Medresesine kaydolmuştur. 1923’de Medreseler kapatıldıktan sonra köye dönmüş ve tarımla uğraşmağa başlamıştır. Şakir Özek  20 sene kadar Doğanlar Köyünde imam ve hatiplik yapmıştır.

 

HAYATIM

Benim resmi doğum tarihim 1932’dir. Ancak babamın verdiği bilgiye göre 1927 veya 1928’de doğmuş olmam gerekiyor. Annemden aldığım bilgiye göre de bahar aylarında yani Doğanlar köyünün  hava şartlarına göre Mısır ekimi zamanında doğmuşum. Mısır ekimi zamanı, mayısın on beşi ile haziranın on beşi arasıdır.

Bu karışıklığın sebebi, Birinci Dünya savaşında Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve akabinde meydana gelen İstiklal savaşı sonrasında ortaya çıkan son derece zor şartlardır. Zira insanlar savaşın etkileriyle şaşkın durumdadır. Fakirlik, çaresizlik, hastalıklar ve benzeri sıkıntılar insanları hayatlarından bezdirmiştir. O sebeple bir süre sular duruluncaya kadar insanlar şaşkındırlar. Kanaatimce benim doğum tarihimin tam olarak senesinin ayının ve gününün bilinmemesi bunlardandır. Çünkü benden sonra doğan kardeşlerimin hepsinin doğum tarihleri bellidir.

Söylendiğine göre ben doğduktan sonra babam askere gitmiş, köy muhtarına  benim çocuğu yazdırıver demiş, ama muhtar unutmuş yazdırmamış. Babam askerden geldikten sonra ailenin üçüncü çocuğu doğmuş işte o zaman benim yazılmadığım ortaya çıkmış ve yeni doğan kardeşimle ikiz olarak yazdırmışlar.

Çocukluğunda ilk hatırladığım veya hiç unutamadığım olay, babamın askerden geldiği akşamdır.

Babam Bahriye askeri idi. Askerliğini İstanbul’da, o dönemin çok meşhur gemisi YAVUZ’ da yapmıştır. Babam her zaman yavuzu anlatırdı. Herkes onu, yavuzu anlatırken can kulağı ile dinlerdi. Hatırımda kalan bazı sözleri söyle idi: yavuz 25 mil hızla hücum eder, dönüş yapmadan 30 mil hızla geri kaçardı…

Babam o devirde üç sene askerlik yapmış. Zira bahriye askerliği 3 sene imiş. Yavuz Gemisi, İstanbul, Göçlük, Çanakkale, Gelibolu limanlarını dolaşırmış.

Babam, bir akşam vakti askerden geldi. Beni kucakladı, öptü ve getirdiği bir takım bahriye çocuk elbisesi ve potini bana verdi. Ben onları aldım yatağıma gittim ve onları kucağıma alarak yattım. İşte hatırladıklarım bu kadar. Ben ondan sonrasını hiç hatırlamıyorum. Yani o bahriye elbisesini nasıl giydim. O potinleri nasıl giydim. Onlarla arkadaşlarıma karşı nasıl çalım sattım, bunları hiç hatırlamıyorum. Zira ben o zaman 4 veya 5 yaşında idim.

Çocukluğumla ilgili ilginç bir olay. Ben Mısır’da talebe iken 1952 senesinde bir Yörük kadını bize gelerek anneme “Ben senin Mısırda okuyan oğlunu görmek istiyorum der” Bunun üzerine annem beni çağırdı, bu kadıncağız seni görmek istiyor, dedi. Ben de hemen geldim, kadına hoş geldin dedim. Kadıncağız bana baktı, Anneme dönerek “Nazmiye! Bu çocuk senin koca cevizin altına takıp ovaya orak biçmeye gittiğin çocuk mu dedi. O da evet deyince kadıncağız hayretini gizleyemedi ve “Buna inanmam ama Allah her şeye kadirdir” dedi.

Bu olayın aslı şu:

Söylendiğine göre ben bir ila bir buçuk yaşlarında imişim. O sırada babam askerde. Annem yalnız başına bütün işleri yürütmek zorunda. Yaz günü orak zamanı. Annem beni orağa götüremiyor zira üç yaşında büyük kardeşim var. İki çocuğu birden orağa götürmek orada iş işlemek zor. Onun için beni “koca ceviz” dediğimiz büyük bir ceviz ağacının gölgesine, iki üç metre uzunluğunda bir iple bağlar yanıma su ekmek kor ve ovaya orak biçmeye gider.

Tabii bu durum günlerce devam eder. Ceviz ağacı yola çok yakındır. Hergün oradan geçen bir Yörük kadını beni görür, bakar, çok acır. Çünkü ben henüz yürümeyen bir çocukum, tabii toz toprak içinde, her tarafım pislenmiş vaziyette ya oturuyorumdur, ya da yatmış uyuyorumdur. Kadıncağız benim halime acır ama yapacağı bir şey yoktur.

Gel zaman git zaman kadın benim Mısır’a okumaya gittiğimi ve yaz tatilinde Türkiye’ye geldiğimi işitince o ceviz ağacının altında takılı gördüğü zavallı çocuğun nasıl olup da okuduğunu ve yurt dışına gittiğini merak eder ve o yüzden beni görmeğe gelir.

Ben de şahsen bu olayı öğrenince çok şaşırdım Ama şunu iyi biliyorum ki, böyle namüsait şartlarda yetişen, büyüyen hayatta başarılı olan nice insanlar vardır.

Köyde doğmanın hem avantajları hem de dezavantajları vardır. Bir ata sözünde “büyük adamlar köyde doğarlar, fakat köyde yaşamazlar” denilmiştir.

Köyde geçen çocukluk hayatımda pek çok enteresan olaylar vardır. Burada hatırlayabildiğim bazılarını nakletmek istiyorum.

 

OKUL HAYATIM

Bizim köyde o zaman 1930’ lu yıllarda  ilk okul yoktu. Köye yürüyüşle bir saatlik mesafede bulunan ÇALTILAR köyünde üç sınıflık bir ilk okul vardı. Babam beni diğer 4 arkadaşla birlikte Çatlılar köyüne gönderdi. Okul Çaltılar Köyünün  ÇÖLLER mahallesinde idi. Orada bizi Veli Osmanı diye tanınan bir ailenin yanına yerleştirdiler. Böylece biz üç senelik ilk okulu yatılı olarak okuduk. Üçüncü sınıfı bitirince dördüncü ve beşinci sınıflar açıldı. Biz  de artık büyüdük. 4. ve 5. sınıfları gidip gelerek okuduk. Bu bir saatlik yolu her gün yürüyerek gidip geldik. Bizim köyün bulunduğu yer yayladır. Rakımı yüksek olduğu için kışları çok kar yağar. İşte biz  kar, kış, yağmur demeden  iki sene  bu mesafeyi gidip geldik.

 

OKULDA GEÇEN BİR OLAY

Dördüncü sınıfta iken İzmirli yaşlı bir öğretmen vardı. Son derece inançsız ve belki de ataist biri idi. Sınıfa girdiği zaman “Çocuklar! Allah var mı?” diye sorardı. Öğrenciler “var” derse o da “Allah bana şeker ver” de bakalım o size şeker verecek mi” derdi.

Öğrenciler Allah’tan şeker isteyince tabii Allah onlara şeker vermezdi. Sonra hadi şimdi de “Öğretmenim şeker ver” diye bağırın derdi. Öğrenciler bağırınca cebinden şeker çıkarıp öğrencilere verirdi.

Benim dedem Mucuk Ali Efendi Elmalı medreselerinde okumuş icazetli bir hoca idi. Dedemin pek çok ciltli kitapları vardı. Bu kitaplar dedemin evinde duruyordu. Nenemden izin alarak dedemin kitaplarından cildi güzel olan birini aldım Maksadım, cildini okul kitabına kap yapmak idi. Kitap tabii Arapça idi. Çocukluk bu ya, kitabı diğer kitaplarımla beraber okula götürdüm. Bir ara öğretmen o kitabı gördü ve aldı. Sonra da babamı okula çağırdı ve babamı mahkemeye vermeğe beni okuldan atmağa kalktı. Muhtarın ve ihtiyar heyetinin araya girmesiyle öğretmen beni okuldan atmaktan vazgeçti. Beşinci sınıfta yeni ve kadın bir öğretmen Naciye Gökçen geldi. Naciye öğretmen inançlı idi. O yüzden önceki öğretmenin yaptıklarını yapmadı.

Beşinci sınıfı bitirirken okulumuza müfettişler geldi. Talebeler arasından Köy Enstitülerine öğrenci seçiyorlardı. Beni de İzmir Kızıl Çullu öğretmen okuluna seçtiler Fakat ben gitmedim. Çünkü babam beni Antalya’ya göndermek istiyordu. Nitekim daha sonra ben Antalya’ya gittim. Orada dört sene okudum. Oradan Fethiye’ye, bir sene sonra İzmir’e 1950 senesinde de Mısır’a gittim.

 

KÖY HAYATIMDAN KESİTLER

Takriben 18 yaşıma kadar çocukluğum kısmen köyde geçti. Kısmen diyorum, zira köye daha ziyade yazları geliyordum.

Doğanlar köyü, Fethiye’ye 90 km. kadar uzaklıkta, rakımı yüksek, kışları oldukça soğuk, iklimi sert bir bölgede yer almaktadır. Bu sebeple köyde daha ziyade buğday, arpa, mısır, fasulye, nohut gibi ürünler yetiştirilir. Bilindiği gibi yetiştirilmesi oldukça zor ürünlerdir bunlar.

Ben köyde bulunduğum zamanlarda çift sürdüm, ekin ektim, su suladım, orak biçtim, harman dövdüm ve bunlarla ilgili her çeşit işleri yaptım.

 

 

FİNİKE  SEYAHATI

Doğanlar köyünde yaşayan insanlar genelde fakir kimselerdir. Bu yüzden kış aylarında Finike’ye çalışmağa giderlerdi. Bu göçler kış mevsiminin Kasım ayında başlar,nisan ayında biterdi.

Çocukluğumda bir defa ben de ailemle birlikte Finike’ye gittim. Köyden Finike’ye nasıl gittiğimizi pek fazla hatırlamıyorum. Finike’de kaldığımız süreyi çok iyi hatırlıyorum.Bilindiği gibi Finike o bölgenin adıdır. Limanın bulunduğu kısma Kale, bölgenin merkezine Demircilik denirdi. Pek çok ülkede narenciyesi ile meşhur olan Finike, kışları ılık. Yazları da oldukça sıcak bir bölgedir.

Bu bölge sayısız tarihi eserlerle doludur. Şimdi portakal bahçeleriyle kaplı bulunan bölge, otuzlu ve kırklı yıllarda tamamen ormanlık idi. Finike’nin toprak sahipleri, bu ormanlık arazileri tarla haline getirip portakal ve limon yetiştirmek maksadıyla ormanları kesip köklerini çıkartıyorlardı. İşte bu yüzden köylüler arasında bu işe “ kök kazma” denirdi. Zira köylüler,kestikleri ağaçların köklerini de kazarak yeri tam olarak  tarla haline getiriyorlardı.

Bizim aile başkalarıyla beraber Demirciliğe yakın Has köy denilen bir yerde sazdan yapılan damlarını kurdular.

Benim köyden ilk çıkışım bu göç sebebiyle idi. Köyden yola çıkınca ilk vardığımız yer Kayabaşı köyü idi. Sonra oldukça dik yokuşlu, sarp geçitli bir dağ olan Güü belini aşarak Eski hisar köyüne vardık. Eski hisar’dan sonra vardığımız yer,  Antalya’mın kazası  Elmalıdır. Medreseleri ve kubbeli camileriyle ünlü şirin bir kasabadır. Ben ilk defa orada kubbeli Paşa Camiini gördüm. Oradan yavaş yavaş , rakımı düşen, dağlık, manzarası çok güzel, ormanlık bölgelerden geçerek Finke çukuruna vardık. Finike’den denize dökülen Avdan çayı özellikle beni çok etkilemişti.

Bir kış boyunca Finike’de kaldık. Babam kök kazmağa gider, annem de ev işlerine ve çocuklara bakardı. Zira o sırada biz dört kardeş idik: üç kız bir oğlan. Bir gün oranın yerlilerinden toprak sahibi bir kişi, tarlasına girip ekin yediği gerekçesiyle bizim eşeği almış götürüyordu. Erkekler işte olduklarından  evlerde sadece kadınlar ve çocuklar vardı. Kadınlar adama yalvarıyorlar, eşeği bırakmasını zararı ne ise ödeneceğini söylüyorlar, ama adam, eşeği yularından tutmuş götürüyordu. O sırada ben elime bir taş aldım. Yavaşça arkadan yaklaşarak adamın sırtına taşı vurdum. O sırada adam eşeği bıraktı ve beni yakalamak için arkamdan koşmağa başladı.Ben de var hızımla kaçtım. Tabii adam beni yakalayamadı. O esnada kadınlar da eşeği oradan uzaklaştırdılar. Adamcağız uzaktan bana küfürler yağdırıyor ve beni yakalayıp döveceğini söylüyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı.

 

B İ R   D İ L    N  Ü  K  T  E  S  İ

 

Annem Nazmiye Özek  anlatıyor: Bir gün komşu hanımlarla birlikte yakınımızda bulunan oranın yerlisi bir hanımı ziyarete gitmiştik. İki katlı olan evin ikici katına çıktık. Ev sahibi kadın  büyük bir iltifatla bize “ ininiz ininiz” dedi. Biz de hemen aşağıya inmeye başladık. Kadıncağız bize ‘ Size ininiz diyorum,   gidiniz demiyorum’ diye seslendi. İşte o zaman biz anladık ki, onların yöresinde ‘ ininiz’ demek oturunuz demekmiş. Annem bunu anlatır ve gülerdi.

 

Bunun gibi bir olayla 1992 de Azarbaycan’a yaptığımız bir seyahatte karşılaştık:  Rehber kadın bize ‘ otobüsten düşünüz’ diye seslendi. Onların lehçesinde ‘düşmek’ inmek manasına geliyormuş, tıpkı Finike’de ‘inmek’ oturmak manasına geldiği gibi.

 

FİNİKE’DEN   DÖNÜŞ   YOLCULUĞU

Bahar gelince Finike’den dönüş  yolculuğu başlar. Bölgede havalar ısınınca yavaş yavaş göçebe halk yayla yollarına düşer.

Finike’de  özellikle Avdan çayı deltasında rengarenk çiçekler ve en çok da lale ve gelincikler açmış, her taraf  adeta renklerle dolmuştur. Eşeklere yükler sarılır. O günlerde eşekten başka yük hayvanı azdır, zira fakirlikten dolayı köylüler sadece eşeklere sahiptiler. Üç-dört yaşında çocuklar bile iki günlük yolu  yürümek zorundadırlar. Zira eşeklere yük sarıldığı için onlara binmek imkansızdır. Lakin yürüyerek gidilen o yollar ne kadar güzel, ne kadar heyecan verici, ne kadar can çekicidir. İnsan kendini tabiatle baş başa bulur. Etrafta ormanlarla kaplı dağlar,  karların erimesiyle şırıl şırıl akan dereler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar,rengarenk çiçekler adeta insanı büyüler. Çocukluğumda gördüğüm ve fiilen yaşadığım bu hayat ve manzaralar hala zihnimden silinmiş değildir. Kafile Elmalı’ya gelince orada bir süre konaklanır, köylüler  köyde ihtiyaçları olan şeyleri, şeker, tuz, sabun, basma, orak çapa gibi her çeşit ihtiyaçlarını satın alırlar. Biz çocukları en çok cezbeden ve çok sevdiğimiz şeyler,Elmalı’nın lokumu, çöhen ve miyan kökünden yapılmış helvası, şekerlemesi ve leblebisidir.

Köylüler Finike’den başka Antalya’ya,Fethiye’ye Eşen ve Dalama’a da çalışmağa, pamuk toplamağa giderler. Fakat bu yerlere gitmek çocukluğumda bana nasip olmadı.

 

 

 

İLK OKULA GİTMEDEN ÖNCE KÖYDE GEÇEN YILLAR

 

İlk okula gidinceye kadar köyde hayatım, diğer çocuklar gibi mal gütmek, ekin beklemek ve oyun oynamakla geçti. Şu anda hayatımın o kesitinden fazla bir şey hatırlamıyorum. Sadece köyde açılan özel okuma kurslarına devam ederek dini bilgileri Kur’an okumasını öğrendim. Köyümüzde ilk okul olmadığı için Çaltılar ilk okuluna gittim. Orada üç sene yatılı olarak okudum. Yaşımız büyüdüğü için 4 ve 5. sınıfları gelip giderek okuduk.

İlkokula gitmeden önce altı-yedi yaşlarında iken babam evde akşamları Karadavut Envarul-âşıkin ve Mevlüt’teki hikayeleri okurdu.Mahalledeki komşular; özellikle kadınlar ve çocuklar katılırlardı. Ben o yaşta bu hikayeleri ezberler, sonra herkese ezberden okurdum. Bizim birkaç tane sığırımız vardı.Mahallenin kızlarıyla beraber annem beni de sırları otlatmağa gönderirdi.O günlerde çok yaygın olan fakirlik nedeniyle benim çarığım yoktu. Dağlara yalın ayak sığır gütmeye giderdim. Otların bazı yerlerinde çakır diken ve bıtırak çok olurdu. Oralardan çıplak ayakla geçmek çok zor olurdu. Benden en az 4-5 yaş büyük olan kızlar benden o hikayeleri anlatmamı isterlerdi. Ben de onlara “ Dikenli yerlerden geçerken beni hopuşturursanız size o hikayeleri anlatırım” derdim. Onlar da bunu kabul ederler ve beni dikenli yerlerde sırtlarına alırlardı.

İrbeç’in Hüseyin diye  benim yaşımda bir komşumuz vardı. Bu arkadaşın Annesi ölmüş, babası da başka bir kadınla evlenmişti. Analık bu arkadaşa çok kötü  davranıyordu. Biz Hüseyin ile köye yakın bir yere Cırık avlamağa giderdik. Hüseyin’in sadece bir gömlek vardı. Buna rağmen Hüseyin hasta falan olmazdı. Her defasında Annem rahmetli, ekmeğin üzerine tere yağını sürer bana verir ve bunu Hüseyin ile beraber yiyin derdi.

Çocukluğumda köyümüz çok güzeldi. Köyün etrafında ormanlarla kaplı dağlar vardı. Her tarafta şırıl şırıl  akan sular, özellikle bahar ve yaz aylarında ötüşen kuşlar, meleyen koyunlar, böğüren öküzler, anıran eşekler, kişneyen atlar vardı.

Rahmetli nenem Rukiye hatunun dedemden kalma büyük ve güzel bir bahçesi vardı. Bu bahçenin içinde konuçlandırılmış 20 kadar arı kovanı vardı. Arılara bizzat nenem bakardı. Yaz aylarının ilk günlerinden itibaren bal almağa başlardı. Yaz mevsimi olduğundan herkes tarlalara işe giderler, çocukları da neneme bırakırlardı. Nenem bizi bahçeye doldurur, koca kapıyı sıkıca kapatır, arılardan petek balları alır bize yarımşar petek yedirirdi. Tabi o kadar balı yiyice su içmek isteriz,ama nenem bizi orada balı yedirdikten sonra iki saat hapseder sonra salıverirdi. Hemen 50 metre ilerde gürül gürül akan bir çeşme vardı. Bir hürra oraya kodar doyasıya o soğuk suyu içerdik.  Nenem rahmetli bize “ Ye yağlıyı iç suyu donarsa donsun. Ye tatlıyı içme suyu yanarsa yansın “  derdi. Bana öyle geliyor ki, Türk Milletinin Bu sözlü, ve bu kültürdeki hikmetli ve faydalı ata sözleri, fertlerin yetişmesinde ve hayata intibak etmelerinde çok büyük rol oynamıştır.

 

 

 

İLK OKULDAN SONRA

 İlk okulu bitirince, Antalya’ya bağlı Kayabaşı köyünde ikamet eden ve kışları da Antalya’nın Olukağızı köyüne göçen Ömer Ali hafızdan  Kur’an dersleri aldım. Daha sonra bizi, hafızlığa çalışmak üzere Antalya’ya gönderdiler. 1943-1945 arası Antalya’nın Olukağızı köyünde Ömer Ali Hafız’dan kur’an dersleri alarak hafız oldum. Daha sonra Fethiye’de bir sene Avukat Kadı Ahmet Kestepli’nin yanında çalıştım. O esnada Muğla’da bulunan hacı Tahir’le tanışarak 46 senesinnin Ramazan ayında Muğla’da mukabele okudum. Aynı sane muğla’daki hocaların tavsiyeleriyle İzmir’in Kestane pazarı Kur’an Kursuna geldim. Çok değerli hocam hacı Salih Tanrıbuyruğu beni hemen Kursa kabul etti. 1950 yılına kadar İzmir’de kaldım 1950 yılının Eylül ayında Mısır’a gittim. 1951 yılında Ezher Üniversitesinin usuluddin Fakültesine girdim. 1955’de Fakilteyi bitirerek master bölümüne girdim. 1957 yılında İcâzetüd- Dâva Vel İrşat bölümünde mastırımı tamamladım ve Türkiye’ye Kestane pazarına döndüm ve 1959 senesinin sonbaharına kadar İzmir Kestane pazarı Kur’an kursunda öğretmenlik yaptım. 1959 senesinin kasım ayında İstanbul’a geldim. 1960 senesinde yarım yıl İstanbul İmam-Hatip Okulunda öğretmenlik yaptıktan sonra aynı yılın kasım ayında yedek subay öğretmen olarak askere gittim. Askerlik dönüşü 1962-1963 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne Arapça ve Hadis hocası olarak tayin edildim. Hayatımım bu kısımlarıyla ilgili detaylı bilgileri ileride bulacaksınız.

 

ANTALYA HATIRALARI

Antalya’ya gitmeğe karar verilince bizim köyden beş öğrenci Antalya’ya gittik. Bunlar; Hüseyin hafız, Hasan hafız, Sami hafız, Bayram hafız ve ben Ali Özek. O günlerde henüz oralarda otobüs ve kamyon yoktu. Herkes bu mesafeleri yürüyerek gidiyordu. Doğanlar Köyünden Antalya’ya yaya olarak 4 günde gidilebiliyordu.

Yükleri (yatak, yorgan ve bazı yiyecek maddeleri) eşeklere sararak yola koyulduk. Tabii başımızda birkaç kişi vardı ve orada bize bakması için götürülen Duduca denen yaşlı bir kadın vardı ki bu kadın Sami Hafızın nenesi idi. Mevsim güzdü. Hava yağmurlu idi. 4 gün 4 gece yolculuktan sonra Antalya’nın merkezine 6-7 km. mesafede bulunan Olukağızı Köyüne geldik. Orada Ömer Ali Hafız’ın 10 dönüm kadar arazi ve o arazide bir evi vardı. Köyden bizimle gelen kişiler, arazinin bir köşesine bir oda ve tuvaletten oluşan, üstü sazlarla örtülü bir ev yaptılar. Biz orada okumaya başladık.

Yazlı kışlı çalışarak iki senede hafız olduk. Doğanlar köyünde büyük bir merasimle hafızlık duası yapıldı. Bütün civar köyler bu merasime iştirak ettiler. Kurbanlar kesildi, yemekler yenildi, dualar yapıldı. Çok büyük bir kalabalık vardı.

Olukağzı’nda okurken her Cuma günü Antalya’ya giderdik. Antalya’nın meşhur camileri; Paşa Camii, Muratpaşa Camii ve Müsellim Camii idi. Biz daha çok Cumayı Paşa Camiinde kılardık. O zamanlarda paşa Camii’nin imam ve hatibi, Osman Hafız diye bilinen, bölgede oldukça tanınmış bir zat idi. Bu zat hem insan olarak değerli güzel, endamlı, yakışıklı bir zat idi, hem de güzel okuyan bir hafız idi. Talebeliğim esnasında hayran kaldığın bir şahsiyet idi. Bu zat daha sonra Antalya müftüsü oldu. Allah rahmet eylesin,

Antalya’nın diğer bir meşhur hafızı olan Tongal hafız idi. Bu zat Muratpaşa Camii’nin imam ve hatibi idi. Kendisi tedris ile meşgul olurdu. Pek çok hafız yetiştirdi.

Müsellim Camii’nde Andiye’li hafız diye tanınan, camiin imam ve hatibi bir zat vardı ki, Müsellim Camii yanında bulunan resmi Kur’an Kursunun hocası idi. Bir süre bu Kur’an Kursunda Andiyeli’den talim okudum.

Müsellim Camii Kur’an Kursunda talebe olarak bulunduğum sırada Antalya mebusu meşhur Rasık Hoca Kursu ziyaret etti ve bize bir konuşma yaptı, bizi dini ilimleri öğrenmeye teşvik etti.

Yine Müsellim Camii Kur’an Kursunda Eskişehir’li Hafız Yahya ile tanıştım. O sırada hafız Antalya’da asker idi. Hafız Yahya İstanbul’un meşhur hafız ve hocalarındandır.

Antalya’da bulunduğum sırada bugün turistik bir bölge olan Kemer Köyüne gittim. O zaman Kemer çok şirin, bahçeleri ve akar  sularıyla meşhur bir yerdi. Ben orada bir hafta kaldım.

 

FETHİYE HATIRALARI

Antalya’dan dönünce bir seneye yakın bir zaman Fethiye’de Avukat Kadı Ahmet Kestepli’nin yanında katip olarak çalıştım.

 

 

 

 

 

KADI   AHMET   KESTEPLİ

 

 

Bir gün kadı Ahmet’in yazıhanesine biri geldi ve bir dilekçe yazmasını istedi. Kadı Ahmet adama “Dilekçenin ücreti 25 kuruştur.” Dedi. Adam “O kadar param yok. On kuruşum var” diyerek ricada bulundu. Avukat kabul etmedi, adam gitti. Adamcağız ertesi gün tekrar geldi ve 15 kuruşa dilekçeyi yazmasını istedi. Kadı yine kabul etmedi. Ertesi gün adam tekrar geldi. Fakat bu sefer avukat yoktu. Bana rica etti. Ben avukatta çalıştığım için dilekçenin nasıl yazılacağını biliyordum. Adama acıdım ve dilekçeyi yazıp verdim. Para da almadım. Kadı Ahmet gelince durumu anlattım. Büyük bir hiddetle beni azarladı ve şöyle dedi. “Sen böyle işlere karışma. Müşteri bir cevizdir. Onu kırıp yemek gerekir. Sen o adamın, param yok dediğine bakma. Sonunda nasıl olsa o parayı verip o dilekçeyi yazdıracaktır.” . Rahmetli çok sert bir kimse idi.

Kadı Ahmet’in yazıhanesinde çalışırken bir gün bana bir kitap verdi ve bunu oku sonra kitabı bana getir, dedi. Ben kitabı aldım, eve götürdüm ve okudum. Sonra onu, tavana yakın bulunan pencereye koydum. Zira ben o zaman tek pencereli bir odada oturuyordum. Mevsim bahardı ve pencere açıktı. Eve döndüğümde kitabı yerinde bulamadım. Aradan bir hayli zaman geçti. Kadı Ahmet’e de bir şey söyleyemedim.

Bir gün Kadı Ahmet kitabı sordu. Ben de ona “kitabı okudum” hoşuma gitti ama onu kaybettim. Çok aradım fakat bulamadım” dedim. Kadı Ahmet öfkelendi. Kitabı geri ver.Sen onu vermemek için  kaybettim diyorsun. Kitabı bulup getirmezsen yazıhaneme gelme. Artık burada çalışamazsın dedi ve ben kovuldum.

Bunun üzerine köye döndüm sonra da mukabele okumak için Muğla’ya gittim.

Bu olay benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Zira Kadı Ahmet beni kovmasaydı, ben Fethiye’de kalmayı planlıyordum. Hatta Fethiye’den evlenmeyi düşünüyordum. Her zaman yemek yediğimiz lokantanın sahibi bana kızını vermek istiyordu. Ben kızı gördüm, konuştum ve beğendim. Zannedersem kız da beni beğendi. Ancak bu olay ortaya çıkınca yani kitabı çalmakla suçlanınca benim Fethiye’de kalmam imkansızdı. İşte bu durum benim Fethiye’den Muğla’ya oradan da İzmir’e gitmeme sebep olmuştur.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra komşular kaybolan kitabı bulmuşlar ama kitap ıslanmış ve bozulmuş. Bunu Kadıya haber vermişler o da “olan oldu, artık yapılacak bir şey yok” demiş.

 

İZMİR KESTANE PAZARI

1946 senesinin sıcak bir haziran ayında, Muğla’da bulunan dersiâm hocalardan aldığım bir tavsiye mektubu ile İzmir’e; İzmir’in Kestane pazarı Camiine geldim. Kestane Pazarı Camii harap halde idi. Camiin aynı zamanda  merkez vaizi olan yaşlı bir imamı vardı. Hacı Salih Efendi bu Camide bazı talebelere ders veriyordu. Ben kendisine, elimdeki mektubu verdim. Hoca efendi mektubu okuyunca tavrı değişti, sanki heyecanlanmıştı. Bana şöyle bir baktı, “hoş geldin” dedi ve hemen benimle ilgilenmeye başladı.

Camiin etrafında dört beş kadar kullanılmaz halde metruk odalar vardı. Hemen kalktı beni aldı, o odalardan birine götürdü, şimdilik burada yatarsın, dedi.

O esnada hoca bana dönerek “evladım seni talebe olarak alıyorum ama bizim derslerimiz bu günlerde bitiyor, sonbaharda dersler başlayınca sen de başlarsın” dedi.

Hocanın beni hemen talebe olarak kabul etmesinin sebebini sonra öğrendim. Hoca Efendi geçliğinde senelerce Muğla’da mukabele okumuş, o sebeple Muğla’daki hocaları ve özellikle tavsiye mektubunu yazanları yakından tanıyormuş. O yüzden bana bu sıcak ilgiyi göstermiş.

Ertesi gün hoca geldi. Bana yemek yemem için bir lokanta gösterdi ve her gün iki öğün yemem için kart verdi. Haftada bir defa hamama gitmem için hamam kartı verdi.

Yine beni belli bir yerde üç ay meşgul etmeyi düşünmüş olacak ki, beni İzmir’in eşrafından hacı Nuri Sevil Bey’in yazıhanesine götürdü ve yazıhanede odacı olarak çalışmamı istedi. Ben de hemen kabul ettim. Orda takriben üç ay kadar yaz boyunca çalıştım. Hacı Nuri Sevil’in yazıhanesi, Mimar Kemaleddin Caddesinde bulunan manifatura mağazasının  ikinci katında  üç odalı büyücek bir yerdi. O sırada yazıhane müdürü ve baş muhasip Musikori adında bir Yahudi idi. Ayrıca Vedat bey adında bir de katip vardı. Benim görevim yazıhaneyi temizlemek, açıp kapatmak ve hademelik yapmaktı.

Hacı Nuri Sevil Allah rahmet eylesin çok değerli, dindar, insancıl, dürüst, karşısındakine güven veren saygıdeğer, yaşlı bir kimse idi. Bana bir baba gibi davrandı.

Ayrıca bu zat, Hocanın öğle ve ikindi namazlarından sonra verdiği tefsir ve fıkıh derslerine muntazaman devam ederdi. Hoca da benim o derslere devam etmemi zaten şart koşmuştu. Böylece bir patron ve hademe birlikte çalışıp ve birlikte hocanın derslerine devam ederdik. Hademe olarak çalıştığım bu dönem, hayatımın en tatlı günleri idi. Zira köyden gelmiş bir genç olarak kendime İzmir’de böyle bir muhit bulmam gerçekten Allah’ın bir lütfu idi. Zira hacı Nuri Sevil’in yaşları benden küçük iki oğlu vardı. Onlar kolejde okuyorlardı. Yaz tatilinde, yazıhanenin altında bulunan mağazaya geliyorlardı. Onlarla tanıştık ve arkadaş olduk. Onlar da benim hademe olmama aldırmadan benimle arkadaşlık yapmağa başladılar. Pazar günleri beraber gezmeğe giderdik.

Bunlar Hikmet Sevil ve Ahmet Sevil  idiler. Hikmet Sevil ile arkadaşlığımız bu güne kadar kesintisiz devam etti ve halen de devam etmektedir.

Buradan şu hususa işaret etmek isterim ki; Hikmet Sevil Bey, tıpkı babası gibi âlicenap, hoşgörülü, sevecen saygıdeğer ve cömert bir kişidir. Kendisini her zaman sever ve takdir ederim Allah kendisine sıhhat, afiyet ve uzun ömürler nasip etsin.

 

KESTANE PAZARINDA BAŞLAYAN TALEBELİK

Hacı Nuri Sevil’in yazıhanesinde hademelik yaptığım esnada her gün Hacı Nuri Sevil ile beraber Kestane pazarı Camiine, Hocanın tefsir ve fıkıh derslerine dinleyici olarak devam ediyordum. Bir gün Hoca Efendi bana, Osmanlı yazılı bir emsile kitabı verdi,”Bunu vakit buldukça oku. Ekim ayında derslere bu kitapla başlayacağız” dedi. Ben kitabı aldım Hafız olduğum için okuyabiliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. O sırada Hoca’nın kafiye okuyan bir talebesi vardı. Ahmet Ataseven. Bu arkadaş Hocanın iyi talebelerinden olup Arapçayı bir hayli öğrenmiş bir kimse idi. Ona gittim, sordum, dedim ki, Hoca beni Arapça talebesi olarak almak istiyor. Ben ise şimdiye kadar hiç Arapça okumadım. Bu konuda hiçbir fikrim ve bilgim yok. Sen ne dersin? Ben Arapça öğrenmek istesem bunu başarabilir miyim? Diye fikrini sordum.

Eskişehir taraflarından İzmir’e kursa gelmiş göçmen tatarlardan olan bu arkadaş bana öyle kötü bir cevap verdi ki, onun söylediklerine dayanarak ben Arapça okumamaya karar verdim. Bana dedi ki; Arapça çok zor bir dil. Sen onu öğrenemezsin. Hem öğrensen neye yarar. Var git başka şeylerle uğraş ben bu işten pişmanım…

Bu sözlerin etkisiyle ben kendime bir plan yaptım. Şöyle ki: Nasıl olsa İzmir’de yatacak yerim ver. Bir işte çalışır para kazanırım. Hocaya da derim ki, ben burada birkaç ay hafızlığımı pişireyim ve kursta kalayım….

Derslere başlama zamanı geldi. Hoca beni çağırdı üç gün sonra derslere başlanacağını ve hazırlık yapmamı istedi.

Önceleri kararlaştırdığım plana göre Hocaya gittim. Hocam ben Arapça okumak istemiyorum. Musaade et, ben burada hafızlığımı pişireyim dedim. O çok halim selim, güler yüzlü hoca kaşlarını çattı, biraz sustu ve bana döndü “Şayet Arapça okumak istemiyorsan hemen pılını pırtını topla buradan git” dedi.

Tabii bana bu kadar iyilik yapmış hocama karşı yapacağım hiçbir şeyim yoktu. Düşündüm, nereye giderim. Bana kim iş verir. Tam bir şaşkınlık içine girdim ve Arapça okumaya karar verdim. Bu kararımı hocaya bildirmek üzere tekrar yanına vardığımda, eskiden olduğu gibi beni iyi karşıladı. Kararımı bildirdim, sevindi ve bana dua etti.

 

ARAPÇA DERSLERİ BAŞLADI

 Arapça okumaya başlayacak öğrencilerin sayısı Ekim ayında ona varmıştı. Hoca öğrencileri topladı. Camii avlusunda bulunan bir odada derse başladı. Bu derslerde benim en çok dikkatimi çeken aramızda, bize göre oldukça yaşlı bir kişi de vardı.

Hacı Raif bey diye tanınan bu kişi, bizimle beraber derslere devam ediyor, zaman zaman öğrencileri evine davet ediyordu. İzmir’in tanınmış ailelerinden Akseki’li bir iş adamı, manifaturacı idi.

Hocam Salih Efendiden sonra benim yetişmemde en çok emek hacı Raif Bey’indir. Hacı Raif Bey, benim gibi yüzlerce talebenin yetişmesine sebep olmuş büyük bir zat idi. İzmir ve İstanbul’da 2000 li yıllara kadar herkes onu tanır ve takdir ederdi. Çok büyük hizmetler yaptı. Allah rahmet eylesin. Kendisine daima minnettârım.

1946-47 ders yılında, Arapça öğreniminde  fazlaca önemi olan  izhar kitabını  bitirdik. Ben artık Arapça’yı biraz öğrendim. Aynı zamanda çalışarak İzmir Karataş orta okulunun imtihanlarına giriyordum.

Arapçayı çok çabuk kavradım. Bu esnada Kestane pazarında büyük değişiklikler oldu. Hacı Raif, Kestane pazarı Derneğini kurdu. Ben de bu derneğin kurucu üyesi oldum. Kestane pazarı derneği İlim Yayma Cemiyeti’nden önce kuruldu.

Benim kurucu üye olmam da şöyle oldu:

Bir gün Hacı Raif bey beni çağırdı dedi ki, dernek kurmak için yedi tane kurucu üye gerek. Şu ana kadar altı kişi buldum. İnsanlar böyle bir derneğe üye olmaktan çekiyorlar. Yedinci kurucu üye sen ol. Bunda bir şey yok. Dernek kurulduk Altı ay sonra genel kurul yapılır ve o zaman yeni idare heyeti seçilir. İstersen sen o zaman  ayrılırsın. Zira şu andaki dernekler kanunu böyle dedi.

Ben bunu kabul ettim. Beş ay sonra hacı Raif’in mağazasının üstünde bulunan salonda genel kurul yapıldı ve ben idare heyetine girmedim.

 

İZMİR’DE GEÇEN İLK SENEM

Hacı Nuri Sevil’in yazıhanesinde hademe olarak çalıştığım aylar yaz ayları idi. Hikmet Sevil ve Ahmet’le ve diğer arkadaşlarla Pazar günleri gezerdik En çok da Bucadaki at yarışlarına giderdik. Bazen de diğer arkadaşlarla denize girmek için İnciraltına giderdik. Bir defasında güneşte fazla kalmışım. Omuzlarım ve sırtım yara oldu bir hafta acı çektim. Yaraların izleri hala mevcuttur.

Bir sene içerisinde hoca bize, sarftan emsile, bina ve maksud’, Nahivden avâmil ve izharı okuttu.  Ben bu metinleri âdetâ ezberledim ve Arapça ibareyi de çözdüm. Zaman zaman kendi kendime düşünür söyle derdim “İnsanoğlu aklının ve inancının esiridir” Bana öyle geliyordu ki, beni bu yola sevk eden önce bendeki iman sonra da aklî düşünce idi. Ama sonradan anladım ki, insanı yöneten aslında kendisi değil, onu yaratan Allah’tır Biz buna “Takdiri ilahî ve kişinin nasibi ve kısmeti” diyoruz.

Çünkü sonradan anlıyorum ki, Doğanlar köyünden kalkıp o devirde Antalya’ya gitmek orada hafız olduktan bir süre Fethiye’de çalışmak, sonra İzmir’e gitmek…. Çocuk yaşta bunları düşünerek planlayarak yapmak ve başarılı olmak o benim küçücük aklımla olamazdı. Bu bana Allah’ın lütfu idi. Sonraları bunu daha iyi anladım. Nitekim Ehl-i Sünnet inancına göre “Kul, fiilinin kâsibidir” kulun yaptığı işleri yapmış olması, Allah’ın takdiri ve onun kudreti iledir.

Kestane pazarı’nda geçen ilk senem hep okumakla geçti. Arapça derslerinin dışında pek çok kitap okudum. Bunlar arasında bazı romanlar da vardı.

Kestane pazarı o sene içinde çok gelişti. Eski yerler Tamir oldu. Yeni ilaveler yapıldı talebe çoğaldı. Salih hocadan başka hocalar da ders vermeye başladılar.

Daha sonra ilk önce Türkiye çapında daha sonra da dünya çapında üne kavuşacak olan Kestane pazarı, ilk ve etkili atılımı 1946-47 yıllarında başlatmıştır. Bu faaliyetlerin baş rollerinde Hacı Salih Hoca ile Hacı Raif Bey vardır. Bu iki zatın semimi gayretleriyle Kestane pazarı âdetâ bir üniversite görevi yapmış, Türkiye’ye pek çok sahada pek çok ilim adamı, iş adamı ve siyasetçinin yetişmesine vesile olmuştur. Buradan yetişen kimselerin listesi Kestane pazarı derneğinden alınabilir.

Kestane pazarı camiinin etrafında bulunan odalar tamir edildi. Bazı yeni ilaveler yapıldı, ama camii kendisi de harap idi. Hoca Efendi camiyi tamir ettirmek istiyordu. Fakat o devir, Müslümanlardan zengin iş adamı az olduğundan para bulmak çok zordu.

Bir gün Hoca beni çağırdı. Oğlum, dedi Nuri Sevil Bey’e git. O sana para verecek onu al bana getir, o para zekattır.  O zekatını sana verecek sen de onu camiin tamirine vereceksin dedi. Sen zekatı aldıktan sonra birazını kendine alır, gerisini bana verirsin. Ben de o parayla camii tamir ettiririm…..

Ben Hacı Nuri Sevil Bey’e gittim. O bana zekat olarak 5000 Türk lirası verdi. 1940 lı yıllarda bu meblağ oldukça büyük bir meblağ idi.

Ben parayı aldım, getirdim, hocaya verdim. Hoca bundan biraz al dedi. Ben almadım ve hepsini caminin tamiri için hocaya verdim. İşte o para ile kestane pazarı camii tamir edildi. Para Şer’an benimdi. Ben gönül rızasıyla camiye verdim. Hocam da camiyi tamir ettirdi. Hacı Nuri Sevil de bu hayırdan sevabını aldı.

Sonradan öğrendim ki, Salih Hoca Nuri Sevil Bey’e gider. Camiin tamir edilmesi için para ister. O da der ki, hoca şu anda bende sana yani camiye verilecek para yok. Ancak 5000 TL. Zekat parası var. İstersen onu vereyim…

Hoca ona: “Bekle ben sana bir talebe göndereceğim, parayı zekat olarak ona ver o da camiye hibe eder ve böylece cami tamir edilmiş olur.

Sonra hoca bize şöyle anlattı: Bu ameliyeye “Devir” denir. Bunun manası Hanefi mezhebine göre camiye zekat verilmez. Fakat zekat almağa hakkı olan bir kimse, zekat olarak aldığı meblağı camiin tamirine veya yapımına verebilir. Böylece yapılan hayır zekat verene değil, zekatı alıp camiye bağışlayanadır.

İlk senemiz çok verimli ve bereketli idi. Hoca bize Arapça’dan başka, akaid ve fıkıh dersleri de okuttu. Dolayısıyla biz dini bilgileri de öğrendik ve o senenin sonunda camilerde vaaz etmeğe başladık. Böylece ben Denizli’de. Dirmil’de ve köyde vaaz ettim. Daha sonraki senelerde İzmir camilerinde de vaaz etmeğe başladım.

1947-48 ders yılında Kestane pazarı her tarafta duyulmağa ve meşhur olmağa başladı. Her taraftan pek çok öğrenci geliyordu. Bu öğrenciler ilk okul mezunu idiler Daha sonra   Kestane pazarı camiinde bir de Kur’an Kursu açılmıştı. Yeni gelen talebeler Kur’an Kursuna kaydoluyorlardı. 1948-49 yıllarında Kestane Pazarı Derneği kuruldu. Böylece Kestane Pazarı müesseseleşti.

 

KESTANE PAZARI DERNEĞİ

Kestane pazarı Derneği 1948 -49 yılında Hacı Raif Celasun tarafından kuruldu. Bu dernek kurulurken ben Kestane pazarı Kur’an Kursunda öğrenci idim. Bir gün hacı Raif Celasun Bey beni çağırdı: “sen öğrenciler içinde en yaşlı olansın. Şu anda ben bir dernek kurmak istiyorum. Ancak şu ana kadar ben de dahil olmak üzere altı kişi bulabildim. Her ne okur, olmaz diye çekiniyor düşündüm. Yedinci kurucu üye olarak seni yazmak istiyorum. Tabii kabul edersen. Bunda bir şey yok. Dernek kurulduktan 6 ay sonra kongre yapıp yeni idare heyetini seçer. O zamana kadar üye kaydedecek. O zaman üyelikten çekilirsin” dedi.

Ben bu teklifi kabul ettim ve Kestane pazarı Derneğinin kurucusu oldum.

Altı ay sonra Hacı Raif Celasun Bey’in Mimar Kemaleddin caddesindeki manifatura mağazasının alt katında dernek ilk toplantısını yaptı ve yeni idare heyetini seçti ve böylece ben de idare heyetinden ayrılmış oldum.

Bilindiği üzere 1940’lı yıllarda dernek kurma yasası yeni çıkmıştı. Devir halk partisi devri olduğu için pek çık kimse bu gibi işlere girmekten çekiniyordu. Fakat Hacı Raif bey hem İzmir’in eşrafından, hem de o gün halk partisinin ileri gelenlerinden idi bu itibarla onun için böyle bir dernek kurmak kolaydı. Ayrıca şunu da kaydetmek gerekir ki, Kestane pazarı Derneği, Türkiye’de Kur’an Kurslarıyla ilgili olarak kurulmuş ilk dernektir. Mesela İstanbul’da kurulan İlim Yayma Cemiyeti daha sonra kurulmuştur.

Kestane pazarı’ndaki kurslar Kestane pazarı Derneği, İmam-Hatip Okulunda ve Kur’an Kursunda okuyan öğrencilere başta Arapça olmak üzere dini ilimlerde çok faydalı kurslar tertip ediyordu.

Ben de hem dernekte idarecilik yapıyor, hem de bu kurslarda ders veriyordum. Halk arasında “Kestane pazarı ,üniversitesi” diye bilinen bu müessese gerçekten çok değerli ilim ve siyaset adamı yetişmiştir. Bu konuda geniş bilgi isteyenler İzmir Kestane pazarı Derneğine başvurabilir.

 

 

   Y E N İ   O R G A N İ Z E

Gelen talebe sayısı çoğalınca  yeni sınıflar teşkil edildi. Yeni hocalar alındı. Bir tarafta Kur’an öğrenen ve hafızlığa çalışan öğrenciler, diğer tarafta Arapça ve dini ilimler okuyan öğrenciler vardı. Bunlar için sınıflar teşkil edildi, hocalar tayin edildi.

 

 1947-48 ders yılında 25 öğrencisi bulunan bir sınıfı hoca kalfa olarak bana veğrdi. Ben onlara önce emsile, bina ve maksud, sonra da avamil ve izhar okuttum. Ben kendim de hocadan kafiye, fıkıhtan merakul felah, akaidden  şerhi teftazanî, ayrıca tefsir ve hadis okuyordum.

Sabahtan öğleye kadar hocanın derslerine devam ediyorum, öğleden sonra da bana verilen sınıfın derslerine giriyordum Ayrıca vakit buldukça orta okul derslerine çalışıyordum.

Mısır’a gitmeden önce Karataş ortaokulunu dışardan bitirdim. Orta okul mezunu olarak Mısır’a gittim. Orada bir sene zarfında lise imtihanlarını vererek 1951 yılında Ezher Üniversitesi Usuluddin Fakültesine girdim.

1950-51 ders yılında bir sene Ezher’in “Külliyet ül-lüga al-Arabiyya” Fakültesinde okudum. 1951-52 ders yılında Usuluddin Fakültesine girdim. Öğretim süresi 4 yıl olan bu fakülteyi 1955 yılında bitirerek icazat’ud Dâva ve’l … ihtisas (master) bölümüne geçtim. Müddeti 2 yıl olan bu kısmı 1957 de bitirdim ve aynı yıl Türkiye’ye döndüm.

 

P A S A P O R T      A L M A  İ Ş İ

 

9.9.1950 yılında, üç arkada olarak İzmir’den vapurla mısır’a gittik Bu üç arkadaştan birisi Ali Eryiğit, diğeri ise Mehmet Nohutçu idi.

Ali Eryiğit Sürmeneli, Mehmet Nohutçu ise Konya’ lı idi. Bu iki arkadaştan Ali Eryiğit, bir sene mısır’da kaldıktan sonra geri döndü ve İzmir’de ticaretle uğraştı. Mehmet Nohutçu okudu ama hakkında fazla bilgim yok. Fakat Ali Eryiğit İzmir’de Kestanepazarı kursunda benim ders arkadaşım idi.

Biz Mısır’a giderken hac pasaportu ile gittik. Çünkü o senelerde Türkiye’de seyahat işleri henüz oldukça kısıtlı idi. O sebeple hacca gitmek üzere pasaport almak daha kolay idi. Tabii bu işleri organize eden Hacı Raif Celasun Bey’di.

Pasaport almak için emniyete gittiğimizde, komiser bize sert biçimde “Bu yaşta hacca mı gidilir? Siz daha gençsiniz, yoksa başka bir maksadınız mı var…”diye çıkıştı. Biz de cevaben: “hac, âkıl ve baliğ olmuş ve hacca gitme imkanı ve şartlarına sahip bulunan herkese farzdır.” Dedik. Nihayet pasaportu aldık.

O zamanlar bazı Ortadoğu ülkelerinde kolera gibi bazı salgın hastalık oluyordu. O yüzden bizim, sağlık merkezine gidip iki iğne olmamızın gerektiğini söylediler. Eşrefpaşa ile Konak arasında bulunan bir sağlık ocağına gittim. Orada bana bir iğne vurdular ve ben bayıldım Daha sonra ayıldığımda. Hemşireler “ikinci iğneyi vurursak ve bu genç tekrar bayılırsa biz ne yaparız” dediler ve ikinci iğneyi vurmaktan vazgeçtiler.

Bayılmamın sebebi bana göre şuydu: Yaşım yirminin üzerinde idi: Köyde doğmuştum. O zamana kadar iğne olmamıştım. İlk olarak ve hasta falan değilken böyle kuvvetli bir iğne yapılınca, vücutta şok etkisi yaptı ve ben bayıldım.

 

MISIR VİZESİ

 

Hac pasaportu ile Mısır’a gidebilmek için Mısır vizesi almak gerekiyordu. Binaenaleyh, Ali Eryiğit’le birlikte İstanbul’a gitmemiz gerekiyordu. Hacı Raif Bey (kendisinden Allah razı olsun) bir tavsiye mektubu ile bizi İstanbul’a gönderdi.

Tavsiye mektubu, İstanbul’da Sultanhamam civarında manifatura ticareti ile uğraşan Atakoğulları’ na yazılmıştı.

Biz Ali Eryiğit’le beraber vapurla İstanbul’a gittik. Tabii İstanbul’a benim ilk gidişimdi. Vapurumuz sabah aydınlığında Yedikule önlerine geldiğinde İstanbul bir siluet olarak gözlerimizin önüne dikiliverdi. Denizden İstanbul’un o manzarasını hiç unutamam. Vapur Eminönü’ne demirledi. Ali Eryiğit daha önce İstanbul’da bulunduğu için yolu biliyordu. Eminönü’nden Fatih’e kadar  bavullarımızla yürüdük. Yağmurlu bir gün idi. Yollar çamurlu idi. O kadar çamurlu idi ki, ayakkabılarımız ve pantolon paçalarımız çamura battı. Bunu da hiç unutamadım.

Nihayet kalacağımız yere, Dülgerzâde Camii yanındaki Kur’an Kursuna vardık. Bir hafta bu kursda kaldık.

Ne gariptir ki, İstanbul’a ilk ayak bastığımda Fatih’de kaldım. 1952 senesinde mısır’dan yaz tatilinde İstanbul’a geldiğinde de Fatih’de kaldım. 1959 senesinde İzmir’den İstanbul’a geldiğimde Vefa’da ve Fatih’de kaldım ve sonunda Fatih’de evlendim ve Fatih’de oturdum…. Allah’ın bir lütfu..

Ertesi gün tavsiye mektubu ile Atakoğulları’na gittik. Yaşlı, oldukça karizmatik ve heybetli bir zat olan Atakoğlu’na mektubu verdik.

Atakoğlu bize çok ilgi gösterdi. İki genç oğlundan birini bizim işleri yapmak üzere görevlendirdi. Birkaç gün içinde vizeyi aldık ve İzmir’e döndük.

 

MISIR YOLCULUĞUNA BAŞLAMA

 

 1950 li yıllarda İstanbul-Marsilya arasında yolcu taşıyan büyük Türk gemileri vardı. Aklımda kaldığına göre 15 günde bir vapur kalkardı. Biz Mısır’a bu vapurlardan biriyle gittik.

Vapura binmek üzere gümrük işlemlerini yaparken karşılaştığımız manzara dehşet verici idi. Zira şüphelendikleri yolcuları soyup arama yapıyorlardı. Sıra bize gelince sordular: Ne kadar paranız var?

-         İki yüz Türk lirası

-         Sizin hakkınız yüz Türk Lirası  o halde neden iki yüz…

-         Efendim bizim biletimiz yemeksiz. Bu yüz lirayı vapurda yemek için aldık.

-         Neyse… söyleyin başka bir şeyiniz var mı? Doğru söyleyin. Yoksa sizi soyup arayacağım…

-         Biz korkarak yok dedik ve bizi bıraktılar.

-         Şu işe bakın ki, o günlerde devlet yurt dışına çıkana resmen sadece 100 TL müsaade ediyordu. O günlerde döviz bulmak da mesele idi.

 

VAPUR YOLCULUĞU

 

 1950 senesinin Eylül ayında Eylül ayının ilk haftasında, İzmir’den Mısır yolculuğu başlamıştı.

O zaman henüz Mısır’a uçuk yoktu. Olsa bile bizim uçakla gitmemiz âdeta imkansızdı.

Vapura binmek üzere gümrüğe geldik. böyle yurt dışı yolculuğuna ilk defa gidiyor olmamız, acemiliğimiz, ayrıca gümrükçülerin o günlerde yaygın olan muamele tarzları sebebiyle duyduğumuz korku ve heyecanı anlatmak oldukça zordur.

O zaman devlet yurtdışına çıkan vatandaşına 100 TL müsaade ediyordu. Bu miktar takriben 150 dolar gibi bir paraydı ama çok azdı. Bize daha önce öğrettiler, dediler ki, sen iki yüz Türk lirası al. Gümrükçü sorduğunda: “Benim biletim yemeksiz, vapur İskenderiye’ye bir haftada gidiyor. Bu yüz lirayı vapurda yemek parası olarak aldım yanıma dersin” dediler.

Gümrük memuru gerçekten sordu ve “sana 100 TL. müsaade ediliyor. Bu yüz TL. nedir” diye sordu. Ben de “Gemide yemek parası” dedim. Bu sefer, başka para var mı? Dedi. Yok dedim. Doğru söyle şimdi seni soyar her tarafını ararım dedi. Ben hayır efendim yok dedim. Biraz daha sorguladıktan sonra soymaktan vazgeçti: Eğer soysaydı yanmıştık. Zira bir miktar parayı vücudumun bazı yerlerine koymuştuk. O esnada gördüm. Bazı kimseleri çırılçıplak soyup arıyorlardı.

Nihayet vapura bindik. Kameramıza yerleştik. Bir akşam üstü İzmir’den hareket ettik. Sabahleyin Yunanistan’ın Pire limanına vardık. Vapur orada bir gün kalıyordu. Biz üç Türk arkadaştık gemiden “Çıkalım Atina’yı gezelim” dedik. Gemiden indik bir taksi tutmak istedik ve sorduk: Akşam vapura kadar getirmek şartıyla bir günlük ücreti sorduk. Bize öyle rakam söyledi ki, korktuk. Sonra bu Yunan parası kaç Türk lirası ediyor deyince adam. Hatırladığım kadarıyla 10 TL. Dedi. Biz hemen kabul ettik ve şoför bizi bir gün boyuna bütün Atina’yı ve olimpiyat bölgesini gezdirdi ve akşam vapura getirdi. O zaman Yunan parası çok değersizdi. Milyonlarla, milyarlarla ifade ediliyordu.

Atina’dan hareket ettik. Ertesi gün Rodos adasına vardık. Gemi orada da yarım gün kaldı. Rodos adasını da gezdik. Rodos’ta o zamanlar pek çok cami ve medrese vardı. Rodos aslında bir Türk şehridir. Zira uzun süre Osmanlı toprağı idi ve Muğla’nın Fethiye ilçesine çok yakındır. Rodos aynı zamanda medreseleriyle meşhurdur.

Üçüncü günün sabahında gemi Kıbrıs’ın Limasol limanına vardı, orada da 8-10 saat kadar kaldı.

Limasol limanında  gemiden indik ve kıbrısın bu şehrini biraz dolaştık. Şehirde pek çok kilise vardı. Bir kiliseye girdik ve orada bulunan bir popazla görüştük. Sonra bir camiye gittik o zamanlarda sene 1950  Kıbrısta  çok türk var ve camiler  var, ama ziyaret ettiğimiz kilise ile camiyi mukayese edersek cami daha bakımsız idi. İşte bu kanaatimce  ileride Türklerin zarara uğrayacaklarını gösteriyordu. Zira dinine ve geleneklerine sahip çıkmayan ve onları koruyamayan milletler istiklallerini kaybederler.

 

B   E   Y   R   U  T ‘  A    V  A  R  I  Ş

 

Dördüncü  günü sabah vaktinde Beyrut’a vardık. Gemi Beyrut’da akşama kadar kalacaktı. Biz arkadaşlarla Beytut’u gezmeye karar verdik. Gemiden çıktık. Yanımızda  galiba Kıbrıslı olacak bir rum vardı. Bize kokakolayı (coca cola) gösterdi ve bu içecek türkiyede yoktur bundan içelim dedi.Beraberce birer kokakola aldık ve içmeye başladık. Fakat bize o kadar acı ve sert geldi ki çok zor içtik, herhalde öyle bir içkiyi ilk defa içmiş olmamızdan dolayı alışkın olmadığımız için bize fazla sert geldi.

O gün akşama kadar Beyrut’u gezdik. Bir lokantata yemek yedik. Baktık ki masada su testisi var bardak yok. Bardak istemeğe hazırlanırken bir de baktık ki, başka müşteriler, su testisini,testnin ümzüğünü ağzına değdirmeden yukarı kaldırıp suyu içiyor. Biz de öyle  yaptık. Meğerse orada  âdet öyleymiş, testiden suyu o şekilde içiyorlarmış.

Beyrut şehri o zaman, İstanbul’a göre çok daha gelişmiş modern bir şehirdi. Sokaklarda dolaşırken zaman zaman Türkçe konuşanlara rastlanıyordu. Çok katlı binalar vardı. Bizimle beraber olan rum arkadaş daha önce Beyrut’da bulunmuş, onun için bizi gezdirdi görülmesi gereken her yere bizi götürdü.

Beyrut deniz kenarında, denizden yavaş yavaş yükselen yamaçlarda kurulmuş şirin bir şehirdir. Daha sonra şehir dağ eteklerine ve dağlara kadar yükselir.

 

Akşam olunca gemiye döndük. Beyrut İskenderiye arasında ki yolculuğumuz esnasında bazı enteresan olaylar oldu.

-- Beyrut’tan gemiye çok yolcu bindi. Gemiye binen yolcular arasında , yanında iki çocuğu olan bir kadın da vardı. Bu kadın güverte kısmında bulunuyordu ve bize yakın bir yerde idi. Bir ara beni çağırdı ve elindeki bir konserve kutusunu bana verdi ve bunu arkadaşlarınızla beraber yiyin, dedi. Kutunun içinde  sığır eti konservesi vardı. Biz onu yedik. Çok lezzetli idi. Kadıncağız bu konserveyi bize neden ve niçin verdi? Bunu hiç hatırlamıyorum. Ama kadın Türkçe konuşuyordu, fakat şekline ve kıyafetine bakıldığında o türk değildi. Zira kadın açık idi. Sonra o kadar yolcu arasından bizi nasıl seçti? Ve bizim türk olduğumuzu  nasıl anladı? Tabii biz o sırada böyle şeyleri hiç düşünmedik, bize verilen konserveyi âfiyetle yedik ve kadına teşekkür ettik. Fakat bu ikramın sebebini o zaman ona sormadık. Tahminim şöyledir : Kadıncağız ya türktür veya türk dostudur. Gemide bu kadar yolcu arasında bizi gördü. Kıyafet ve davranış biçimimizden bizim köyden gelmiş türk gençleri olduğumuzu anladı. O sırada herkes çıkınını açmış bir şeyler yiyordu. Biz aval aval etrafa bakıyorduk, bizde yiyecek hazır bir şey yoktu. Kanaatimce bize acıdı ve bu ikramı yaptı. Neden bunun böyle olduğunu düşünüyorum, çünkü daha sonraları, Osmanlı türkü olmam sebebiyle pek çok defa buna benzer ikramlara nail oldum. Yeri ve zamanı gelince onlar da anlatılacaktır.

Beyrut  İskenderiye arasında vapurda cereyan eden ikinci olay Şöyle idi:

Biz İzmir’den vapura bindiğimizde , İstanbul’dan vapura bindiğini öğrendiğimiz yaşlıca bir kadın ve yanında üç tane genç kız vardı. Beyrut’a kadar devam eden yolculuk esnasında zaman zaman onlarla görüşüp konuşuyorduk, fakat onların ne maksatla Mısır’a gittiklerini ne biz sorduk ne de onlar söyledi. Dikkatimizi çeken bir husus, kadın  gözünü kızlardan hiç ayırmıyor, devamlı onları kontrol altında tutuyordu. Vapur Beyrut’tan hareket ettikten sonra bir ara kadın uyudu. Hemen o sırada kızlardan birisi bizim yanımıza gelerek bize bir şeyler anlatmak istediğini söyledi ve devam etti:

-- Bu kadın bizim annemiz değil. O bizi Mısır’a evlendirmeğe götürüyor.Bizi zengin kimselerle evlendireceğini söylüyor. Biz korkuyoruz. Siz de Mısır’a gidiyorsunuz, ne olur bize adresinizi verin de orada kötü bir durumla karşılaşırsak sizi arar buluruz da bize yardımcı olursunuz, dediler. Biz tabii böyle şeyleri bilmediğimiz için şaşırdık ama adresimizi verdik. Bu yolculuğun sonuna doğru o kızlardan bir tanesi bana fazla yakınlık göstermeye başladı, hatta arkadaşlar bana “Bu kız sana aşık oldu “ demeye başladılar. Her ne ise sabahleyin gemi İskenderiye rıhtımına yaklaştı ve bu macera orada bitti. Aradan iki sene geçmişti ki bir gazetede bir haber okudum. İskenderiye’de, Türkiye’den evlendirmek vadiyle getirilen bir kız ölü bulundu, diyordu.

Bir başka olay :  Kıbrıs’tan gemiye, karı-koca iki kişi bindi. Bunlar Kıbrıslı Türklerdendi. Şu anda onların isimlerini hatırlamıyorum. Onlarla tanıştık, kadın Arapça biliyor, adam da Türkçe biliyor, o sebeble bizim işlerimiz kolaylaşıyordu. Bilindiği gibi o tarihlerde gümrüklerden geçmek son derece zor idi.Karı-koca her ikisi de bize gerçekten yardımcı oldular. Gümrükten geçtik, oradan İskenderiye tiren istasyonuna gittik. Kahire İskenderiye arasında sefer yapan tirenler o kadar kalabalıktı ki, istasyonda sanki bir insan seli vardı. Her saat başı bir tiren hareket ediyordu. Kıbrıslı kişi bize tenbih etti ve dedi ki: tiren istasyona gelir gelmez sizden biriniz veya ikiniz pencereden içeri atlayıp yer kapsın yoksa Kahire’ye kadar ayakta gidersiniz dedi. Tiren istasyona gelir gelmez herkes pencerelerden içeri atlamağa başladılar. Ben de hemen bir pencereden içeri atladım ve iki kişilik yer kaptım. Gelen yolcular boşaldı ve diğer yolcular kapılardan binmeğe başladılar. O kadar kalabalık ki, insanlar tirene binebilmek için birbirlerini eziyorlardı. Oturabilenler oturdu.yolcuların büyük bir kısmı ayakta idi. Benim ayırdığım yere Kıbrıslı Karı-kocayı oturttuk, ama biz yine ayakta kaldık. O sırada bir kişi Türkçe olarak bağırıyor,”Sen zaten böylesin . beceriksiz .Pencereden içeri atladığın halde bir yer kapamadın. Aptal! Zaten sen hiçbir işe yapamazsın…” diyordu.

Sonradan öğrendik ki, Mısır’da yaşayan Türklerden biri imiş. Tabii yer kapması için o çocuk da benim gibi pencereden atlamış ama yer kapamamış.

Bizim arkadaşlardan Konyalı Mehmet Nohutçu, Mısır’a giderken- ona kim akıl verdiyse- yatak yorgan getirmiş. Bu arkadaşın  balya halinde sarılı bir yükü vardı. Meğerse onun içinde yatak yorgan varmış. Bu balya tirenin kapısından sığmadı. Pencereden denedik gene olmadı. En sonunda büyük bir çaba sarfederek güç bela  yükü tirenin kapından içeri sokabildik. Az kalsın tiren hareket ediyordu. Bu arada millet bize bakıyor, kimi gülüyor, kimi de bize acıyordu.

Kıbrıslı karı-koca Tanta’da ineceklerdi. Bilindiği gibi Tanta, Kahire ile İskenderiye arasında Mısır’ın meşhur şehirlerinden biridir. Kıbrıslı zat bize tenbih etti ve dedi ki, Kahire’de tirenden inince bir taksi tutun Revakuletrake varıca taksimetreye bakın ne yazmışsa onun iki katını verin, zira siz üç kişisiniz ve yükünüz var dedi. Revakuletraka vardık, yüklerimizi indirdik . Taksimetreye baktık 17 kuruş yazıyordu. Hemen parayı çıkarıp tam vereceğimiz sırada orada bir türk belirdi. Güya bize yadım etmek maksadıyla Taksimetreye baktı ve 17 kuruştan fazla verme dedi. Halbuki ben 35 kuruşu hazır ettim ve taksiciye parayı veriyordum.O esnada bize yardım etmek isteyen kişi ile taksici arasında bir kavga başladı ki, yumruklaşmaya başladılar. Sonunda anları ayırdık. Taksiciye 35 kuruş parasını verdik ve taksici bize teşekkür etti ve ayrıldı. Bu bize yardım etmek isteyen kişi, çok seneler önce Mısır’a talebe olarak gelmiş, biraz okuduktan sonra okumayı bırakmış, ortalıklarda dolaşan Süleyman Sırrı adında Konyalı biri imiş. Bu kişi bir süre sonra Türkiye’ye döndü.

Biz mısır’a 9,9,1950 yılında geldik. Hatırladığım kadarıyla o yıllarda İstanbul’un nüfusu 5000000, Kahire’nin nüfusu ise 4 000000 idi. Kahirede sokaklar çok kalabalık idi. O sırada Kahire’de 4 tane ünüversite vardı: el-Ezher ünüversitesi. Kahire ünüversitesi, Aynışems ünüversitesi ve Amerikan ünüversitesi.

Bu ünüversitelerde o günlerde 400000 öğrenci olduğu söyleniyordu. Otobüslerde, tramvaylarda,tiyatro ve sinemalarda talebe tenzilatı yoktu. Zira ulaşım araçları ve diğerleri devletin değil, özel şirketlerin idi. Sadece uluslararası seyahetlerde ancak yüzde elli tenzilat vardı.

Revakuletrak’ın giriş kapısının hemen yanında Kahire Oteli diye bir otel vardı. Biz hemen o otele yerleştik. 

Ve böylece , yedi sene sürecek olan Mısır hayatımız başlamış oldu. Bir süre otelde kaldıktan sonra bize,Ezher camiine bitişik yurtların bulunduğu yerde bir koğuş tahsis ettiler, orada kalmağa başladık. 1950 yılında Mısır’a Ezher’de okumak maksadıyla pek çok talebe gelmişti. Geçici olarak koğuşta kalan talebelerin sayısı  zannedersem 35-40 cıvarında idi. Sonra bu öğrenciler yavaş yavaş yurtlara yerleştirildiler. Takriben bir sene içinde ben de Kahire’nin Hilmiyye semtindeki  Sultan Mahmut yurduna yerleştirildim. Bütün talebeliğim süresince o yurtta kaldım.

Sultan Mahmut yurdunun müdürü. Prof.Dr. Ekmelüddin İsanoğlu’nun babası,  Abidin Sarayında  mütercim ve üniversite’de hoca olan, değerli âlim, Tokatlı İhsan fendi idi. Kendsinden çok faydalandık.Allah rahmet eylesin.

 

K   A   H   İ   R   E    D   E     İ   L   K     G   Ü   N   L   E   R   İ   M   İ   Z

 

İlk işimiz ilk hafta içinde Ezher’e müracaat etmek oldu. 1950 lerdeki sisteme göre Ezher’de okumak için Mısır’a gelen öğrenciler, ellerindeki belgelerle Ezher’in ilgili bölümüne müracaat ediyor, yapılan müracaatlardan sonra öğrenciler için bir mülakat günü tayin ediliyor ve bu şekilde öğrenciler ya Ezher’in orta kısmına veya lise kısmına ya da şayet belgeler ve mülakatta aldığı notlar yeterli ise fakültelere yerleştiriliyordu. Ayrıca bazı öğrencilerin fakülteye girmeleri için eksikleri varsa ona da fakülteye müstemi’ olarak devam hakkı veriliyor, şayet sene sonunda birinci sınıfı geçerse  ikinci sınıfa müntesip olarak kayıt olma hakkını elde ediyordu.

O sene Türkiye’den gelen öğrenciler olarak biz de müracaatımızı yaptık. Belli bir süre sonra bizi imtihana aldılar. Bu imtihanda beni, Ezher’in Lise kısmına verdiler ama ilave olarak da dilersem müstemi’ olarak Ünüversite’ye devam etme hakkım olduğu söylendi. Ben bu hakkı kullandım, zira ben İzmir’de mollacamiye  kadar okumuştum.

Ben Ezher’in Arap Dili Fakültesini tercih ettim, zira İzmir’de benim Mustafa Gülali adında bir hocam vardı  Bu zat Dağıstanlı idi arap dili ve edebiyatını çok iyi biliyordu ve bana da hep arap dili ve edebiyatını tavsiye ederdi. Onun etkisiyle ben Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesini seçtim. Orada bir sene okuduktan sonra düşündüm. Ben Mısıra  dinî tahsil için gelmiştim. Onun için Usuluddin Fakültesine geçtim. 1955’te Usuluddin Fakültesini, 1957’de Mastır bölümünü bitirerek aynı sene Türkiye’ye döndüm.

 

YEDİ   SENE   BOYUNCA  KAHİRE’DE   KARŞILAŞTIKLARIM

 

09-09-1950  tarihinde Mısır’a, Kahire’ye geldik. Kahire’de henüz havalar sıcaktı. Doğanlar köyünden ilk defa Antalya’ya, sonra Fethiye ve Muğla’ya, oradan da İzmir’e giden ve beş sene kadar İzmir’de kalan ben Ali Özek, ellili yıllarda 4 milyon nüfusu olan Kahire gibi hareketli bir şehre gelince görüş ve duygularım değişti. İlk iş olarak şehri görmek ve tanımak istedim. O sırada Türkiye’den benim gibi Kahire’ye gelmiş pek çok arkadaş vardı. Ben zais marka bir fotoğraf makinesı satın aldım. Arkadaşlarla beraber şehri gezmeye başladık. Gördüğümüz her yerin fotoğrafını çekiyorduk. İlk gördüğümüz enteresan yerlerden birisi, Kahire yakınlarındaki bir dağın yamacında bulunan Bektaşi Tekkesi idi. Bu tekkede o günlerde Sırrı Baba diye tanınan bir zat vardı. Bu zat Mısır’da bulunan Bektaşilerin dedesi idi. Buraya Mısır’ım kalburüstü insanları ve özellikle artistler geliyordu. Sırrı Baba Türkçe konuşuyordu. Galiba Arnavut asıllı bir türk idi. Ziyaretlerde ve toplantılarda Kadın erkek ayırımı yoktu. Herkes bir arada karışık oturuyordu. Toplantılarda genellikle sohbet ediliyor ve arada bir  şarkı türkü ve ilahiler söyleniyordu. Biz burada, Mısır’da tanınmış ve populer bir şarkıcı olan, Türk asıllı ve Türkçe  bilen Nedye ile tanıştık. Onun resimlerini çektik.

Henüz dersler başlamadığı için biz durmadan geziyorduk. Bir ara arkadaşlarla konuştuk. Acaba film çekilen studyoları nasıl görebiliriz?

Kendi aramızda konuşarak anlaştık: Kendimize Türkiye’den gelmiş gazeteci süsü verdik. Bende  o günün en kaliteli fotoğraf makinesi sayılan  zais  marka bir fotoğraf makinesi vardı.  Üç kişi beraberce yola koyulduk. Film çekilen studyolar  Kahire’nin Şubra denilen semtinde bulunuyordu. Studyonun kapısına vardık. Türkive’den gelmiş gazeteciler olduğumuzu söyledik ve bizi içeri aldılar. O sırada meşhur dansöz ve artist Tahiyye Karyoka, studyoda bir aşk sahnesini canlandırıyordu. Biz hiç bozuntuya vermeden  fotoğraflar çekiyoruz, etrafımızdaki her şeyle ilgileniyoruz. Sahne bittikten sonra Tahiyye Kartoka ve diğer artistlerle görüştük, raportajlar aldık ve oradan ayrıldık.

 

İkinci olay : 1950 yılının güz aylarında Mısır’a gelmiş ve henüz bir yurda yerleştirilmemiş otuz kadar Türk öğrenci vardı. Yurtlara yerleştirilinceye kadar bizi topluca Ezherdeki Türk revakının bir koğuşuna koydular. Topluca orada bir müddet kaldık . O esnada arkadaşlardan Naim Erdoğan adında bir öğrenci geceleri kalkıyor, yatağına oturuyor ve ağlıyordu. Merak ettim ve yanına giderek neden ağladığını sordum. Bana uyuyamadığını, o yüzden durmadan düşündüğünü ve memleketini, ailesini hatırladığını söyledi. Bunun üzerine ben kendisi aldım,çarşıya götürdüm, orada yoğurt yedirdim. Ondan sonra arkadaş akşamları yatmadan bir tabak yoğurt yiyor ve bir güzel uyuyordu. Ondan sonra her fırsatta bana dua ederdi.

Üçüncü olay :  1951-52 ders yılında Usuluddin Fakültesinin birinci sıfında talebe idim. O zaman, Haziran ve Eylül olmak üzere senede iki imtihan vardı. Haziran imtihanlarında  Tefsir dersinden ikmale kaldım. Eylülde imthanı verebilmek için ders almam gerekiyordu. Benim velim, Ezher’de  müderrislik yapan Konyalı Ali Zeki Efendi idi. Bu zat vaktiyle Konya’dan Ezhere gitmiş orada okumuş  sonra Ezherde  müderris olmuş çok değerli bir hoca idi. Mısırlılar gibi sarık ve cübbe giyerdi. Boylu, etine dolu, heybetli, elinde bastonu ile dolaşan, herkesten saygı gören bir türk âlimi idi. Kendisine gittim , tefsirden ikmalim olduğunu söyledim ve kendisinin tavsiye edeceği bir hocadan ders almak istediğimi söyledim.  O da bana, yarın öğleden sonra İdaretül-Ezher’e gel orada buluşalım. Ben seni bir hocaya götüreceğim, ondan ders alırsın dedi. Ertesi günü buluştuk, beni aldı, Ezher’e çok yakın bir yerde bulunan Kahvetül-Pişaviye götürdü. Kahvede oturmuş nargile içen sarıklı bir hocanın yanına vardık. Selamlaştılar, birbirlerine sarıldılar, Mısırlılarda çok yaygın olan sözlerle birbirlerini övdüler, görkemli bir şekilde yerlerine oturdular.Şeyh nargile içiyordu. Ali Zeki Efendi de sigaresini yaktı, Övgü ve şaka dolu sohbet başladı. Bana da bir çay ısmarladılar. Yarım saat kadar süren bir sohbetten sonra, Ali Zeki Efendi , Şeyh Rabi’a; “ Bu genç sana gelsin, ona ders okutuver, tefsirden ikmali varmış” dedi . Şeyh memnuniyetle bunu kabul etti. Biraz sonra oradan ayrıldık, yürüyerek  İdaretül-Ezher’in önüne geldik. Yürümeye devam ederken ben, hep kafamda “ Nasıl our da ben bu hocadan kahvede tefsir dersi alır. Böyle şey olmaz . bunu yapmamalıyım. Hocadan ders almak için kahveye gitmemeliyim. Nasıl olur? Bir tarafta radyo çalıyor. Pek çok kimse nargile ve sigare içiyor. Böyle bir yerde tefsir dersi alınır mı?  Benim buna bir türlü aklım yatmadı. En iyisi ben bu işten vageçmeliyim” dedim. Sora hocaya dönerek “ Hocam kusura bakma.Ben  o yerde tefsir dersi almam, uygun bir yer değil” derdemez hoca elindeki bastonu kaldırdı, tam bana vuracaktı ki ben yerimden fırladım, kendimi dayaktan zor kurtardım. Hoca buna çok kızdı ve bana dedi ki, sen daha Mısır’a dün geldin.Demek buradaki durumları beğenmiyorsun. Sen kim oluyorsun. Beni dinle ! Şeyh Rabi’a derse gideceksin. Dersden sonra Hocanın nergile parasını da vereceksin. Benim dediklerimi yapmazsan seni cezalandırırım, dedi ve ayrıldık.

Ertesi günü kitabımı alıp yola koyuldum. Oraya gitmek o şartlar içinde ders almak istemiyordum, ama başka çarem de yoktu. Bir tarafda radyo çalıyor, diğer tarafda tavla oynayanların gürültüleri var. Hoca hokur hokur  nergile içiyor. Bu şartlarda ben de orada tefsir dersi alacağım. Bunu bir türlü kendime yediremiyordum.Sonra düşündüm, hocayı kızdırmamak için birkaç gün giderim sonra bir behane bulur vazgeçerim,dedim. Hoca kahveye ikindi vaktinde geliyordu. Gittim, hoca oturmuş nargile içiyordu. Yanına vardım, selam verdim. Bana otur şeyh Ali dedi. Zira mısırlılar küçüklere de şeyh diye hitap ederler. Bu tabir bizdeki bey anlamına kullanılır.

Şeyh Rabi’ Bir tarafdan nargilesini çekiyor, diğer tarafdan da bana soruyor : Şeyh Ali sen imtihan için hangi kitaptan çalıştın dedi. Ben ise Medarik tefsirinden çalıştığımı söyledim. Güldü, Keşşaf’dan ve Ebussuud’dan da  çalışman gerekirdi, dedi. Sonra ilave etti: Biz şimd yine Medarikten devam edelim. Yeri geldikçe ben sana Keşşaf’dan ve Ebussuud’dan gerekli olan bilgileri vereceğim, onları not edersin dedi. O gün biraz okuduk. Ben kalktım nargile parasını ödedim. Hoca hiç sesini çıkarmadı. Ogün öyle geçti. Ertesi gün tekrar geldim. Hoca yine nargile içiyordu. Bana metni oku dedi okudum.Sonra anlatmağa başladı. Şaşakaldım.Hoca âyetle ilgili hem Keşşaf’in hem de Ebussuud’un metnini ezbere okuyordu.  İşte böylece  zamanla ben hocaya ısınmaya başladım. Derslere devam ettikçe hocanın gerçekten âlim bir kişi olduğunu anladım.  Böylece kendisinden çok istifade ettim. Zaman içinde hoca ile ahbab olduk.  Bu arada hani bir ata sözünde derlerya “ Sarı öküzün yanında duran ya tüyünden ya da huyundan etkilenir”. Ben de zamanla sigare içmeğe, nargile çekmeğe alıştım . Tabir caizse araziye uydum. Fakat bendeki bazı düşünceler hala kafamı kucalıyordu. Mısır’da ülemanın  davranışına bir türlü akıl erdiremiyordum. Bir gün Şeyh Rabi’a sordum: Ey şeyh Mısır’da bu kadar âlim var Bunlar islamî ilimleri çok iyi biliyorlar. Gerçekten bu durum takdire şayan. Ama bakıyorum Âlimlede ve halkta amel ve islamî gayret yok. Ben buna bir türlü akıl erdiremiyorum dedim. Şeyh nargilesini çekti, benim sözüme karşı güldü.Sonra tekrar gargilesini çekti biraz daha kuvvetlice güldü. Üçüncü defa nagilesini çekti ve daha yüksek biçimde tekrar güldükten sonra bana döndü, Ya şeyh Ali bu senin söylediklerin doğru. Allah bu beldeyi ve âlimleri, islamî ilimlerin muhafazasına memur etmiştir. Amel ve gayrete gelinde onlar burada yoktur. Bunu böyle bil ve rahat ol, dedi.

 Burada bir fıkra aklıma geldi. Vaktiyle Hacıyvat ile Karagöz Mısır’a seyahat ederler.Beyrut’a varıncaya kadar Karagöz Hacıyvata çok iyi hizmet eder. Bunun üzerine Hacıyvat, kendi kendine düşünür ve karar verir: “Bu karagöz gerçekten bana çok güzel hizmet etti. Karagöz bir kahve yap desem hemen baş üstüne efendim deyip hemen kahvemi yaptı. Bütün hizmetimi noksansız yaptı.Mısır dönüşünde onu ödüllendirmem gerekir ama şimdi bunu kendisine şöylemeyeyim” der. Nihayet mısır’a varırlar. Hacıyvat “ karagöz bana bir kahve yap” der . Karagöz küçümseyen bir tavırla “ Kalk kahveni kendin yap” der ve aldırmaz. Bunun üzerine Hacıyvat tabancasını çıkarır ve karagözü öldürmek ister. Sonra düşünür, bu kişi bana çok iyi davranıyordu. Acaba buna ne oldu? Bunu şimdi öldürmeyeyim de Beyrut’a varınca orada öldüreyim der ve karagözü serbest bırakır. Mısır’da gezilerini bitirirler ve Beyrut’a dönerler. Hacıyvat tabancasını hazırlar ve seslenir: Karagöz bana bir kahve yap! Karagöz derhal baş üstüne efendim der, ve derhal kahveyi yapıp getirir. Bu durumda Hacıyvat şaşırır ve sorar: Karagöz sen Mısır’da bana çok kötü davrandık ve ben de Beyrut’a gelince seni öldürmeye karar verdim. Şimdi bakıyorum sen değiştin yine eskisi gibi oldun. Bunun sebebi nedir bana anlat der . Karagöz cevaben efendim orası Mısır. Firavunlar ülkesi. Orada sen sensin ben de ben . ben orada kendimi serbest saydım. Ama şimdi Mısır’da değiliz. Artık sen efendisin ben de senim kölenim der. Söylendiğine göre Mısır’da herkes başına buyruk olurmuş. Şeyh Rabi’ her halde böyle demek istedi.

Dördüncü Olay: 1950 li  yıllarda  Kahire’de yaşayan pek çok türk vardı. Hatta oderece ki bazen yolda yürürken  kendi aralarında Türkçe konuşanlara rastlardınız. Başta Şeyhul İslam Sabri Efendi, Ders Vekili Zaid Efendi, Ekmelüddin Beyin babası Tokatlı İhsan Efendi, Trabzonlu Şeyh Şemseddin olmak üzere pek çok türk ailesiyle tanıştık. Kahire’de kaldığımız süre içerisinde bunlarla zaman zaman temaslarımız oldu. O günlerde Kahire’de Osmanlı Hanedanına mensup kimseler de vardı. Son padişah Vahdettin’nin veliahdi Ömer Faruk Efendi, Şehzade Şevket Bey ve onun kızı Neriman Hanım, Osmanlı Hanedanından Kahire’de bulunanlardan bazıları idi. Ben bu saydığım kişilerin hepsi ile görüştüm. İleride bazıları ile olan özel temaslarım hakkında bilgi vereceğim.

Beşinci olay: 1952 yılında Kıral Faruk’un Veliahdi olan Mehmed Ali paşa Türkiye’den Ezher’de  okumak Üzere Mısır’a gelen Türk öğrencilerni görmek ister. Bunun üzerine yetkililer bize haber verdiler. Biz de onbeş kadar öğrenci toplanıp, Mehmed Ali Paşanın Menşiyye’deki sarayına gittik. Bizi içeri aldılar. Veliahdin vekillerinden biri gedi, bizi kontrol etti ve “ Başınız açık olarak Emirin karşısına çıkamazsınız “ dedi ve bize saraydan birer fes temin etti. Zira o günlerde Mısır’ın resmî kıyafeti fes idi.  Biraz sonra Veliahd bizi huzuruna kabul etti ve ilk olarak bize “ Hani sarığınız, cübbeniz nerede onları neden giymediniz “dedi. Biz de cevaben biz türk vatandaşı olarak sarık cübbe giymemiz yasaktır dedik. O da bize bu yasak burada da geçerli mi? Siz dini bir müessesede okuyorsunuz .dini kıyafetinizi giymeniz daha uygun olur dedi. Sonra sözüne devamla bizi görmekten çok memnun olduğunu ve her hususta bize yardımcı olacağını söyledi ve birer hediye ile bizi uğurladı. Fakat şansımız yaver gitmedi. Zira bir müddet sora ihtilal oldu ve krallık devrildi.

Altıncı  olay : 1952-53 ders yılında Mısır’da yaklaşık 80 kadar öğrenci vardı. Biz öğrenciler kendi aramızda bir talebe cemiyeti kurmaya karar verdik. Cemiyeti kurmak ve idare heyetini seçmek üzere toplamdık. Konuşmalar başladı. O sırada Konyalı bir arkadaş söz aldı.Aramızda onbeş kadar Konyalı öğrenci vardı. Konuşan Konyalı arkadaş uzun uzun kanuştu, talebe başkanının Konyalı olması gerektiğini söyledi. Bazı arkadaşlar buna itiraz edince, bu arkadaş “ Konyalı olsun da çamurdan olsun “ dedi.

Yedinci olay: 1952 senesinde ben yaz tatilinde Türkiye’ye geldim. Gitmeden önce Şehzade Şevket Beyin ziyaretine gittim. O sırada Şeyhul-İslam Mustafa Sabri Efendi Şevket beyin evinde kalıyordu. Biz de onu sık sık ziyaret ediyorduk. Bir gün Mustafa Sabrı Efendi Talebelerden birer birer nereli olduğunu soruyordu. Bana da sordu. Ben de Muğla’ın Fethiye kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Neresiymiş bu Doğanlar köyü diye benden sordu. Ben de üç vilayetin birleştiği noktadır, yani Muğla, Antalya ve Burdur vilayetlerinin birleştiği yerdir. Zira bizim köy, Antalya’ya bağlı Çıvgalar ve Küçüklü köyleri ile Burdur’a bağlı Yazır köyüne komşudur, dedim ve ilave ettim :  Antalya’nın  Medreseleriyle meşhur olan kazası Elmalı bizim köye yürüyüşle 6-7 saat mesafededir ve bu sebeble benim çocukluğumda köyümüzde 17 tane medrese mezunu icazetli hoca vardı, dedim.

Bunları dinledikten sonra Sabri Efendi bana döndü, demek sen Elmalılı hamdi yazırın memleketlisisin, beni mebus yapan ve şeyhul-İslam yapan küçük Hamdi’nin  hemşehrisisin diyerek iltifat etti ve şöyle dedi :  İstanbul’da küçük Hamdi diye anılan Elmalılı Hamdi yazır benim veli nimetimdir. Bir gün bana “ Seni mebus yapacağım”dedi. Ben de bu nasıl olur, beni kimse tanımaz, dedim. Bana sen merak etme ben sana bir yazı hazırlayacağım. Onu Sültan Ahmed  meydanındaki toplantılarda okursun ve seni mebus seçerler dedi. Gerçekten hazırladığı yazıyı bana verdi ben de onu toplatılarda okudum ve ben mebus oldum. Hamdi efendi o kadar kudretli bir âlim idi,dedi. Ondan sonra bana çok yakınlık gösterdi ve ben Türkiye’ye giderken benden üç şey istedi:

1-     Türkiye’den gelirken birkaç tane Kırkağaç kavunu getir.

2-      Biraz Çorum leblebisi getir.

3-      Benim adıma Şeyh Said’i ziyaret et ve şu hususları konuş ve cevabını bana getir, dedi :

                Sabri Efendi : Şeyh Said’e selam söyle ve sor; ne kadar talebesi var?

Şeyh Said : Beş yüz bin şakirdim var.

Sabri Efendi : Bu kadar şakirdin olduğu halde neden bir eylem yapmıyorsun. Ne bekliyorsun. Zaten yaşın haylı ilerlemiş. Türkiye’de islamın güçlenmesi için bir hareket yapmak gerekmez mi? Bunu senden başka kim yapablilir? Şu anda bu iş senin sorumluluğunda.

Şeyh Said : Bizim davamız eylem değil, imanı kurtarmaktır.Halkın imanını geliştirmek, güçlendirmek için eyleme değil bilgiye , marifete ihtiyaç vardır. Bizim yaptığımız ve yapmağa çalıştığımız da budur. Şimdi vasat eylem ve hareket vasatı değildir. Eylem her şeyden önce plana, proğrama ve hikmetli bir yönetime muhtaçtır. Bunlar olmadan yapılacak hareket fayda yerine zarar getirir. Sabri Efendi bunları çok iyi bilir. Bunlar benim işim değildir. Sabri Efendiye selam şöyle , o gelsin bir hareket başlatsın, ben 500 bin şakirdimle onun emrinde nefer olarak çalışmağa hazırım.

Enteresan olan şuydu : Mısır’dan İstanbul’a gelince, Şeyhül-İslam Mustafa Sabri Efendi’nin talimatı üzere Bediüzzeman Şeyh Said’i ziyaret etmek için harekete geçtim. Kendisinin Çarşamba’da bir evde kaldığını öğrendim. Ancak etrafındakiler benim onu ziyaret etmemi istemiyorlardı. Kendisinin hasta olduğunu, hiç kimseyi kabul etmediğini gerekçe göstererek ziyaretimi engelliyorlardı. Bunun üzerine ben, Bekir Berk Beyi Buldum. Durumu ona izah ettim. Bekir bey duruma vakıf olunca, o hasta da olsa mutlaka seni kabul eder, zira sen Şeyhül-İslam Mustafa Sabri Tarafından geliyorsun, yarın bana gel, ben seni ona göndereceğim, dedi. Ertesi gün beni ona gönderdi. O sırada yanımızda Konyalı Mustfa Parlak adında bir talebe vardı. O da benimle Bediuzzaman hazretlerni ziyaret etmek istedi. Her ne kadar  Bekir Berk arzu etmediyse de arkadaş ısrar edince kabul etti. Biz beraberce gittik, Şeyh Said’in oturduğu eve vardık. Orada bulunan kişiler, bizim Bekir Berk tarafından gönderildiğimizi öğrenince bizi içeri aldılar. Biz odaya girdiğimizde Şeyh divanında sırt üstü uzanmış yatıyordu, biraz rahatsız olduğu belliydi. Biz yanına vardık,elini öptük ve  oturduk. Ben söze başlayarak “ Şeyhül-İslam Mustafa Sabri Efendinin size selamı var” dedim. Bu sözü iştir iştmez hoca yatağında doğruldu, yönünü bize dönerek hazır ol vaziyetine geçercesine kendine çeki düzen verdi ve “ Aleykümüsselam, Kelamı nedir “ dedi. Ben de yukarıda anlattıklaımı söyledim. Aramızda bu konuşma bittikten sonra bana” Sen benim talebem Ali Kılıçalp’ın mektubunda bahsettiği Ali Özek misin? Dedi. Ben de evet dedim. 

Ali Kılınçalp, Emirdağında hocaya senerle hizmet etmiş, sonra da müsaade alarak okuyup ilim öğrenmek için Mısır’a gelmiş yaşlıca bir talebe idi. Biz onunla Kahire’de tanıştık O da Ezher’e talebe olarak girdi. Onu Ezher’in orta kısmına verdiler. Bir sene okuduktan sonrabazı derslerden ikmale kalınca bir gün bana gelerek kendine ders vermemi ve yadımcı olmamı istedi.   ve bana Bediüzzaman’la olan beraberliğini anlattı. Onunla mektuplaşıyorlardı.  Bediüzzaman’ın bana selam görderdiğini birkaç defa söylemişti. O bunu unutmamış ve bana sordu. Bundan sonra sohbetimiz iki saat kadar sürdü, hoca bize imanı anlattı. Önemli olanın iman olduğunu, iman tam olmadan yapılan amellerin yerini bulmayacağını, her şeyin iman üzerine kurulduğunu Bütün incelikleriyle bize anlattı. Hocanın bizi o kadar yanında tutması,hasta olamasına rağmen âdeta dirilmesi, hatalığını unutup bizimle meşgul olması,etrafındaki kimselerin ikazına rağmen bizimle uzunca bir süre sohbet etmesi Şeyhül-İsla Sabri Efendi’in selamına bağlı idi. Demek birbirlerini o kadar seviyor ve takdir ediyorlardı ki, bize bu kadar değer verdi.

Ben kahire’ye dönünce bunları aynen Sabri Efendi’ye aktardım. O da cevaben onun böyle cevap vereceğini tahmin ediyordum, doğrudur, eylem yapmak plan ve programla ve iyi bir idare ile ancak başarıya ulaşır dedi. Bu arada Şeyh Said hakkında güzel şeyler şöyledi. O da imanın öneminden bahserek eğer bir insan tam olarak bir şeye inansa onu mutlaka uygular. Zira insanı gerçek manada yöneten onun imanıdır. Ben de bu görüşe katılıyorum. Zira yeryüzünde meydana gelen büyük olayların arkasında, o olayları yaratan, meydana getiren insanların inancı yatmaktadır. Bunlara ilk örnek peygamberlerdir. Onlar inandıkları uğrnda ölmeye veya sıkıntı çekmeye razı olmuşlar fakat inançlarından asla taviz vermemişlerdir. Peygamberlerden sonra imanlı büyük krallar ve devlet adamları gelmektedir.

O sene Türkiye’ye gelirken Şehzade Şevket Bey de benden, Türkiye’ den gelirken toprak getirmemi istedi. Dedi ki, Şayet Türkiye’ye gidemeden buralarda vefat edersem o toprağın ,vatan toprağı olarak kabrime konmasını istiyorum, dedi. Vatan hasretiyle böyle yanan bir kimsenin bu isteğine hayır demek imkansızdı.Bir ülkeden başka bir ülkeye bavul içinde toprak götürmenin, özellikle 1950 li yılların Türkiye’sinde ne kadar zor olduğunu biliyordum. Buna rağmen kendisine söz verdim.

O sene Türkiye’ye geldim. Birinci iş olan Bediuzzaman Hazretleriyle görüşmeyi gerçekleştirdim. Sari Efendinin siparişi Çorum leblebisi ile Kırkağaç kavununu aldım. Kendi memleketimdeki  köyümün bahçesinden Bir gaz yağı tenekesine toprak doldurdum. Herkes bana soruyordu : bu toprağı ne yapacaksın diye, Ben de onlara durumu anlatıyorum ama insanlar bir türlü anlamıyorlardı. Kırkağaç kavunu, Çorum leblebisi ve bir gaz  yağı tenekesi dolusu toprakla Hava alanına geldim. Kırkağaç kavunu ile leblebiye bir şey demediler. Fakat toprakla ilgili beni sorguya çekmeye başladılar.Toprağı tenekeden boşaltıp sıkı bir şekilde kontrol ettiler ama yine de emin olamadılar. “Bu toprağı tahlil ettirmemiz gerekir. Belki içinde kimyemi bir madde vardır. Bunun için de senin yolculuğunun ertelenmesi gerekir” dediler. Bunun üzerine ben  “Bu toprak, bizim köydeki bahçemizden alındı ben size söz veriyorum. Benim ismimi adresimi alınız herhangi bir durum olursa ben gereken cezayı almaya hazırım.Lutfen beni anlayın. Ben vatan hasretiyle yanıp tutuşan bir Osmanlı şehzadesinin isteğini yerine getirmek istedim. Bunda ne var.İşte toprak bu.Koklayın, Topraktan başka bir şey değil dedim. Bunun üzerine âmirlerini çağırdılar. Durumu ona anlattılar. Adamcağız dinledikten sonra bana baktı. Bu genç yalan söyleyecek birisine benzemiyor. Bırakın gitsin  dedi ve beni bıraktılar. Mısır’a geldiğimde Getirdiğim toprağı Şehzade Şevket Efendi’ye ,diğer hediyeleri de Mustafa Sabri Efendi’ye teslim ettim, ama toprak hakkında çektiğim sıkıntıları üzülmesin diye Şevket Bey’e anlatmadım.

Sekizinci Olay : 1953 yılında Yine Türkiye’ye geldim. Bu sefer gündemde başka bir mesele vardı : Ezher Üniversitesinde okuyan Türk öğrenciler olarak bir cemiyet kurmuştuk. Maksadımız o günlerde elimizden alınmak istenilen talebelik haklarımızı korumaktı. Zira 53 yılında Milli Eğitim Bakanlığı, Celal Bayer’in telkinleri ve Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcının emriyle O günkü Talim ve Terbiye Kurul’u, Ziya Karamuk adında bir Müfettiş görevlendiriyor ve Ezher’de okuyan öğrencilerin talebelik haklarının iptali için bir rapor hazırlaması emrediliyor. İşte bu sebebe bağlı olarak Ziya Karamuk Kahire’ye geldi Talebeleri tek tek konsolosluğa çağırdı, hepsinin ifadesini aldı ve sonunda raporunu verdi. Bu rapora dayanarak Bakanlık talebelerin haklarını iptal etti. Bundan sonra öğrenciler, Mısır Hükümetinin verdiği oturma izniyle tahsillerini tamamladılar. İşte bununla ilgili olarak ben talebeler adına yetkililerle temas etmek üzere Türkiye’ye geldim. İstanbul’da Nazif Çelebi Beyle Tanıştım. O da bana, Ankara’da bulunan Profesör Mahzar Çelebi Beye bir tavsiye mektubu yazarak beni gönderdi. Ankara’ya vardım. Mahzar Çelebi Beyi buldum. Duruma vakıf oldıktan sonra Mahzar Çelebi bey bu işle canu gönülden ilgilendi, bir çok kimselerle temas etti ve sonunda bu işin ancak devrin Başbakanı Adnan Menderes ile  çözülebileceğine kanaat getirdi. Bunun üzerine Başbakanla görüşme yollarını aramaya başladı. O günlerde Diyanet İşleri Başkanı Eyyub Sabri Hayırlıoğlu idi. “Başbakan Diyanet işleri Reisinin talebini geri çevirmez, ona gidelim, bizi Başbakanla görüştürsün, en münasibi budur” dedi ve Reisten randevu istedi ve reis de derhal randevu verdi, biz de hemen hazırlanıp Reisin yolunu tuttuk. Mahzar Bey Reisi çok iyi tanıdığını, reisin de kendisine değer verdiğini, bu itibarla bu işi onunla çok rahat halledeceğimizi söylüyordu. Nihayet Reisin huzuruna vardık. Bizi gerçekten çok iyi kabul etti. İzzet ve ikramda bulundu. Hoşbeşten sonra Mahzar Bey söze başladı : “ Hocam bu genç Mısır’daki Ezher Üniversitesinde okuyan öğrencilerin temsilcisi. Son zamanlarda Milli Eğitim Bakanlığı bu öğrencilerin talebelik haklarını ellerinden almağa kararlı. Bu konuda birşeyler yapıp buna mani olmamız gerekiyor. Onun için biz Zatiâlinize geldik bu konuda bize yol göstermenizi ve Sayın Başbakandan bir randevu alıvermenizi istirham ediyoruz” dedi.

Reis Masasında oturuyordu. Gövdesini masanın üstüne doğru uzattı. O zatta tik tabir elden bir davranış biçimi vardı. Konuşurken kendini ileri doğru itiyormuş gibi yapardı ve o esnada başını yukarı kaldırıp çenesini öne doğru uzatırdı. Bu tavrını ortaya koyarak konuşmaya başladı : “ Mahzar Bey sen neden bahsediyorsun. Bu öğrenciler Mısır’a giderken bize mi sordular. Şu anda orası bir kominist Ülkedir” dedi ve bana dönerek “ Sizin ne işiniz var bir kominist ülkede. Derhal ülkenize dönün. Ben öyle komisist bir ülkede okuyan öğrencilere yardımcı olmam” dedi.

Mahzar Bey o sıra büyük bir gayretle reisi yatıştırmaya çalışıyor, hocam hocam diyerek meseleyi anlatmağa çalışıyordu ama reis çok sinirli idi. Mahzar beyi dinlemiyor, hep durmadan konuşuyor, hem Mısır’ı kötülüyor, hem de talebeleri…..

Reisin huzurundan dışarı çıktığımızda gördüm ki, Mahzar Bey ağlıyordu. O sırada benim onu teselli etmem gerekti. Kendisine üzülme. Üzülmesi gereken biri varsa o da benim. Zararı yok Reise  mesele yanlış Anlatılmış veya Reis meseleyi yanlış yorumluyor. Evet şu anda Mısır’da sosyalitbir rejim var . Bu rejimle Türkiye’nin arası iyi değil ama rejimler başka halk başka .  Böyle olan bu rejim yarın değişir, dedim.

Oradan çıktık, Mahzar Beyin isteği ile Vakıflar Genel Müdürü Mahmut Yazır’a gittik. Bu zat, Tefir sahibi meşhur Elmalılı Hamdi yazırın kardeşi idi. Mahzar Bey konuyu Mahmut Beyle görüştü. Ne yapılabilir üzerinde durdular. Neticede Başbakanla görüşme imkanı bulunamadı, ben de İstanbul’a döndüm.

Dokuzuncu Olay : Kahire-İstanbul yolculuğu

Biz buradan Mısır’a giderken Vapurla gitmiştik. 1953 de Türkiye’ye gelirken uçakla geldik. O günlerde uçak yolculuğu henüz fazla gelişmemişti. Uçakla önce kahireden Beyruta geldik, orada bir gece otelde yattık. Ertesi gün sabah Beyrut’tan hareketle İstanbul’a geldik  yolculuk tam iki gün sürdü. Bilindiği üzere 1950 li yıllarda yolcu uçakları sadece gündüz uçuyordu. Ben hayatımda ilk defa uçağa biniyordum. Heyecanlı idim. Kahire’den kuşluk vakti uçağa bindik, öğleden sonra Beyrut’a geldik. Beyrut’ta bir gece bizi otelde misafir ettiler. Otelde yeme içme her şey bedava idi. Otelde Bağdat’tan gelen, Türkiye’nin Bağdat Büyük elçisi ile karşılaştık. Bize yol gösterdi. Nasıl hareket edeceğimizi anlattı. Ertesi günü sabahleyin bizi otobüsle hava alanına götürdüler. Hava alanı deniz kenarında idi. Fransız hava yollarına ait, askeriyeden bozma bir uçakla İstanbul’a hareket ettik. O günlerde uçaklar alçaktan uçtukları için çok sallıyordu.Zaman zaman da düşecek gibi oluyordu. Bir ara Toroslar’dan geçerken çok salladı ve çok korktuk, hatta ağlayanlar, bağıranlar oldu. Uçak toros dağlarının arasından geçiyordu. Dağın yamacı uçağın seviyesinden yukarıda kalıyordu.  O esnada pencereden dışarı baktım. Dağın yamacından  büyük bir su aşağıya doğru akıyor, suyun kıyısında bir sürü kadın çamaşır yıkıyordu. En çok sallama Bursa’dan geçerken oldu. Nihayet öğleden sonra İstanbul Yeşil Köy Havaalanına indik. Eski bir otobüsle şehre hareket ettik.  Bir çok virajdan oluşan daracık yol bana çok uzun geldi. Zira dolambaçlı yerlerden geçiyordu. Bu günkü yol henüz yoktu.

İstanbul’dan vapurla İzmir’e gittim. İzmir benim ikinci yurdumdu. Zira ben Kestane pazarında okumuştum.( Bu yazının baş taraflarında Kestane Pazarındaki hayatımla ilgili bilgi vardır.). Beni gören herkes uçağı soruyordu. Zira o sıralarda uçağa binen insanlar çok azdı. Türkiye’de sadece İstanbul’da havaalanı vardı ve sadece yurt dışına gidip gelen yolcular ancak uçağa biniyordu. İzmir’de bir süre kaldıktan sonra Otobüsle memleketim Fethiye’ye gittim. Fethiye’den köye gitmek için bir hafta bekledim, vasıta bulamadım. Doğanlar köyü, FETHİYE’DEN YAKLAŞIK 100 Kilometre mesafede. İnsanlar bu mesafeyi yürüyerek gidip geliyorlar. Vaktiyle çocukluğumda ben de bu mesafeyi birkaç defa yürüdüm. Nihayet bir jip bulup onu kiraladm ve yola çıktım. Karabel denen dağı aşınca jip bozuldu. Şoför iki saat kadar uğraştıktan sonra jipi çalıştırdı ve yolumuza devem ettik.

Onuncu Olay : 1953 senesinin aralık ayında Şeyhul-İslam Mustafa Sabri Efendi vefat etti. Hocayı kabre götürdük . Mısır’da kabirler, yerin altında bir mahzendir. Cenazelerbu mahzene sıra  konuyor. Ben ilk defa bunu gördüm. Cenazeyi mahzene götürüp koyanlar arasında ben de vardım. Geniş bir mahzene girdik . Daha önce konmuş cenazeler, sıra sıra uzanmış yatıyorlardı. Hocayı da  o sıralardan birine koyduk ve bırakıp çıktık. Sonradan öğrendim ki, Mısır’da ölüleri bizde olduğu gibi toprağa gömmüyorlar. Yer altında kazılmış geniş mahzenler var. Oralara sıra sıra istif ediyorlar. Bu mahzenlerin üstünde de evler var. Ölülerin yakınları , ziyaret maksadıyla geliyorlar, bu binalarda oturup dua ediyorlar ve yemek yiyorlar. Hatta bazı binalarda fakirler devamlı oturuyor.

Onbirinci Olay : 1952 yılında, Mısır’da ihtilal olmadan önce, âdet olduğu üzere her sene Kral Faruk için Ezher Ünüversitesinin konferans salonunda cülus merasimi yapılıyordu . Bu merasimde Ezher’de okuyan yabancı öğrenciler adına birer konuşma yapılıyordu. Türk talebeleri adına bu konuşmayı ben yaptım. Merasimden iki hafta önce Türk talebeleri adına konuşma yapacağımızı konferans idaresine bildirdik. Bu arada Ezher’de müderris olan Ali Zeki Efendiye giderek bize bir yazı hazırlamasını istedik. Hoca bunu memnuniyetle kabul ederek iki sahife Arapça bir metin hazırladı, bana verdi. Ben bu metin üzerinde bir haylı çalıştım. ‘adeta metni ezberledim. Konferans toplandı, çok büyük bir kalabalık vardı. Ezher şeyhi, Ezher üniversitesinin hocaları, talebeler toplandı. Kralın naibi de hazır bulundu ve toplantı başladı. Sıramız gelince Türk talebeleri adına ben konuştum ve elimdeki metni okudum. Konuşmam sürerken  hazırun beni sekiz defa  alkışladı. Bu alkışlar bana değil  büyük bir itina ile metni mazırlayan Ali Zeki Efendinindi,

 Metni o kadar güzel hazırlamış ki, dinleyenleri etkiledi.

Bu merasimde yapılan konuşmalar Kral’a arzedilir, özellikle beğenilenlere  çok değerli hediyeler verilirmiş ama biz bundan mahrum olduk zira bir süre sonra ihtilal oldu ve Faruk Tahtını bırakmak zorunda kaldı.

Onikinci Olay : Sultan Mahmut yurdunda geçen günlerim.

Benim Mısır’daki talebelik hayatım, Kahire’nin Hilmiyye semtinde bulunan Sultan Mahmut Tekkesinde yani yurdunda geçti.

Sultan Mahmut Tekkesi, büyük bir cadde üzerinde, yer seviyesinden dört metre kadar yüksekte bulunan , ana kapıdan merdivenlerle çıkılan, geniş bir meydanın etrafında  kırk kadar odası ve bir mescidi, ayrıca ayrıca ortadaki  alanın bir tarafından merdivenle inilen bir kısmı ve orada banyo odaları vardı. Meydanın ortasında  etrafı çevrili ve çeşmesi bulunan bir bahçesi vardı.  oldukça güzel  bir mekan idi.

Sultan Mahmut yurdunun müdürü, Tokatlı İhsan Efendi idi. Burada  hatırımda kaldığı kadarıyla birçok ülkeden öğrenci kalıyordu. Mesela Sudan’dan, Somali’den, Endonezya’dan Melezya’dan, Balkanlar’dan ve Türkiye’den öğrenciler vardı, Her odada iki kişi kalıyordu. Ben de Elitriyeli bir arkadaşla kaldım. Bu yutta kalan öğrenci eğer üniversitede okuyorsa, yurttan ayda bir Mısır lirası burs alıyordu ki ben de bu bursu alıyordum.

Yurdun müdürü İhsan Efendi, doğruluk ve insanlık timsali çok muhterem bir zat idi. Türk sarığı ve cübbesiyle dolaşırdı. Kendisi yurda akşam üstü gelir, mescitte akşam ve yatsı namazlarını kendisi kıldırırdı.  Bu zat, Mehmet âkif  Mısır’a geldiğinde kensine çok değer vermiş, o zamana kadar yaptığı Kur’an tercemelerini ona teslim ederek ölümünden sonra onları yakmasını vasiyet etmişti. Mehmet Âkif’in  vefatından sonra pek çok kimse Mısır’a giderek İhsan Efendiden tercemeyi sormuşlar, o da  Âkif’in vasiyeti sebebiyle onu yaktığını söylemiştir. Biz orada iken Demokrat Partiden Konya millet vekili Fahri Ağaoğlu Mısır’a gelmşti. O da İhsan Efendi’ye tercemeyi sordu. O da yaktığını söyledi.

İhsan Efendi, şu anda İslam Konferansı Örgütünün genel sekreteri olan Ekmelüddin İhsanoğlu’nun  babasıdır. Ekmelüddin Bey o tarihlerde ilkokula gidiyordu. Bazen babasıyla beraber yurda gelirdi. Ayrıca İhsan Efendi, kendisiyle aramızda oluşan özel bir yakınlık sebebiyle bazen beni eve yemeğe davet ederdi. Ekmelüddin Beyi evde de görüdüm. Hocanın bana karşı yakın alakasının sebebi şu idi. Ben 1950 senesinde Mısır’a gittim. Bizi imtihan ettiler ve beni önce lise kısmına verdiler ve istersem imtihanla Fakülteye gidebileceğimi yazılı olarak bana bildirdiler. Ben de buna dayanarak 51-52 ders yılında imtihana girip kazandıktan sora Usuliddin Fakültesine girdim. Benim  durumumu kıskanan bazı arkadaşlar beni İhsan Efendiye şikayet etmişler. İhsan Efendi beni çağırdı ve bu durumu sormadan önce beni imtihan etti. Bir çok sorular sordu . ben onlara bildiğim kadar cevap verdim ama  Hoca beni neye imtihan ediyor diye merak ediyordum. Çünkü ben Mısır’a gitmeden önce İzmir’de Molla Camiye kadar okumuştum. Sonra hoca bana durumu anlattı: arkadaşların senin hakkında bazı şeyler söylediler onun için ben seni imtihan ettim. Gördüm ki, sen Fakülteye girmeğe hak kazanmışsın. Tebrik ederim arkadaşlarının  dediklerine aldırma, sen yoluna devam et dedi. O esnada talebe arkadaşlar Hocanın hakkımda nasıl bir karar vereceğini merak ettikleri için kapıda bekliyorlar imiş.Hoca beni kapıdan dışarı çıkardı ve talebeleri içeri aldı, onlara durumu anlattı.Böylece ben hem arkadaşların hakkımdaki kuşkularından kurtuldum, hem de İhsan Efendinin iltifatına mahzar oldum.

Sultan Mahmut tekkesinde biz , Türkiye’den gelen  on kişi idik. Yurdn imkanlarını dikkate alarak aramızda teşkilat kurduk.Bendeniz başkan oldum. Birlikte yemek çıkarmaya karar verdik. O zaman Mısır’da işçilik çok ucuzdu. Üç Mısır lirasına bir aşcı tuttuk. İki Mısır lirasına da bir yamak tuttuk.Üç öğün yemek yapıyorlardı.Dört sene kadar beyler gibi yaşadık. Mesela o günlerde benim aylık gelirim beş Mısır lirası idi.  Üç öğün yemek için iki bucuk lirasını veriyordum kalan da bana yetiyordu. Krallık devrinde Mısır ekonomik bakımdan çok güçlü idi. Bir Mısır lirası o zaman bir siterlinden daha kıymetli idi. O zaman Türk parası da kıymetli idi. Mısır’da Türk parasını bozdurabiliyordunuz. Gıda maddeleri çok ucuzdu. Kahire’de çok büyük marketler vardı. Halkın dilinde dolaşan bir söz “ Kahire orta şarkın parisi” deniyordu.

1950 yılında İstanbul’un nüfusu 500 bin, Kahire’nin nüfusu ise 2 milyon idi. Kahire’de 4 tane üniversite vardı. Bunlar Kahire Üniversitesi, Aynışems Üniversitesi, Ezher Üniversitesi ve Amerikan Üniversitesi idi. Bu üniversitelerde toplam 200 bin öğrenci olduğu söyleniyordu. Bizim talebeliğimiz  zamanında tramvaylarda, otobüslerde, sinema ve tiyotra gibi mekanlarda talebe indirimi yoktu. Çünkü bunların hepsi özel şirketlerin idaresinde bulunuyordu.

Onüçüncü Olay : Kral Faruk’a karşı yapılan darbe.

Mısır’da ihtilal olmadan önce, her yerde olduğu gibi Kahire’de çok büyük gösteriler, nümayişler oluyordu. Kahire’yi yangına verdikleri o meşhur günde gösterilere biz de katıldık. Bizim Fakülte Kahire’nin Şubra denilen bir semtinde idi. Elebaşı öğrenciler sınıfları basarak gösteriye katılmamızı istediler.  Bütün talebeler hep beraber sokağa çıktık,Üç vagonlu bir tramvay katarını işgal ettik ve onunla Akabe meydanına geldik. Orası Kahire’nin merkezi idi. Diğer üniversiteler’den gelen öğrenci gurupları burada buluştular, hemen dükkanları yakmağa başladılar. O sırada ben ve Türk arkadaşlarım hemen oradan ayrılıp yurdumuza gittik. Biraz sonra Kahire semalarını kesif bir duman kapladı. Her taraf yanıyordu. Ordu duruma müdahele etti. İşte ihtilalden önce böyle korkunç bir olay yaşandı. Daha sonra Kral Faruk akıllı davranarak Tahtını oğlu Fuad’e devretti ve kendisi büyük bir merasimle yurdu terketti. Bu beyaz bir ihtilaldı ama sonradan gelenler Mısır’da çok kan döktüler.

İhtilal nasıl oldu? Kral Faruk hem dindar hem de Yahudi düşmanı idi. Filistinde ki Yahudi İsrail devletini yaşatmak isteyen Amerika , karşısında en büyük tehlike olarak Mısır’ı ve Kral Faruk’u görüyordu. Mısır’daki kırallık rejimini ve Faruk’u devirmek için orada bir ihtilal yaptırmak gerekiyordu. Bunu, başta Cemal Abdunnasır olmak üzere bazı genç subayları  teşvik ve ikna ederek böyle bir ihtilali hazırlattı.

Burada önemle kaydetmek gerekir ki. Böyle bir ihtilalin gerçekleşebilmesi için Müslüman Kardeşler teşkilatını bu işin içine sokmak gerekiyordu. Müslüman kardeşler teşkilatı O günlerde Mısır’da çok kuvvetli bir kuruluş idi. Üç milyon kayıtlı üyesi olduğu söyleniyordu. Kanal bölgesinde  İngilizlere karşı savaşan muntazam bir ordusu vardı. Kral Faruk el altından bu teşkilata destek veriyordu. Bu sebeplerden dolayı ihtilalin hedefi sadece Kral Faruk değil aynı zamanda Müslüman Kardeşler teşkilatı idi. İhtilalci subaylar ve onları destekleyenler Müslüman Kardeşler teşkilatıyla temasa geçerek  ihtilali birlikte yapmaya karar verdiler. Burada esefle kaydetmek gerekirse Müslüman Kardeşler teşkilatının o günkü yöneticileri iki büyük hata yapmışlardır. Bu hatalar aynı zamanda birer ihanettir.Şöyle ki:

1- Kendilerini hem manen hem de maddeten testekleyen Faruk’a karşı , İhtilalcilerle işbirliği yapmışlardır. Kendileri gibi düşünmeyen ve kendileri gibi inanmayan ihtilalcilerin sözlerine kanarak bu hem kendileri için hem de ülkeleri Mısır için çok kötü bir sonuç doğuracak olan ihtilale karışmışlardır. Bu vahim hatanın sonuçlarını hep beraber gördük.

2- İhtilalci subaylar baştan Müslüman Kardeşlerin tekliflerini kabul etmişlerdir. Ancak dikkate alınması gereken bir husus hiç dikkate alınmamıştır. O da şudur: İhtilalciler  silahe, askeri güce sahiptirler. İleride anlaşmazlık çıkınca silahı olan olmayanı yok edecektir. Bunu hiç düşünmediler. Diğer bir husus da ihtilalciler zaten Müslüman Kardeşlerle işbirliği yapmazlarsa başaramayacaklarını biliyorlardı. Çünkü onlara ihtilal yaptıran güç işin burasını çok iyi biliyordu.

Neticede Kaybeden  Müslüman Kardeşler ve Mısır oldu. Herkesçe bilindiği gibi Cemal Abdussasır, Müslüman Kardeşlere Dünyada eşi görülmemiş zulmü ve haksızlığı yaptı. Meseleye başka bir açıdan bakarsak Müslüman Kardeşler sanki bu zulmü hak etti. Bir başka açıdan bakarsak Cemal Abdunnasır’ın görevi, Mısır’ı geriletmek ve böylece İsrail’in güçlenmesini sağlamak idi. Bunun bir delili, İsrail’in  Mısır havaalanlarını tahrip eden hücumundan bir gün önce genel kurmay başkanı Adulhakim Âmir kensine “ Yarın İsrail bize saldıracak. Önce biz onlara saldıralım” deyince Abdunnasır hemen Amerikan ve İngiliz büyük elçilerini çağırır ve durumu onlardan sorar. Onlar da böyle bir şey yok olmayacak diye teminat verirler. Ertesi sabah İsrail Mısır’ın bütün hava alanlarını ve uçaklarını tahrip edince , halka açıklama yapmasından korktuğu için Abdulhakim Âmiri derhal öldürtür.

Diğer bir husus da İhtilalden Önce Mısır, Orta Doğunun en gelişmiş devleti di. Nasır Mısır’ı  50 sene geri bıraktı. Bu da tabiatiyle İsrail’in işine yaradı. Burada enteresan olan nokta, acaba Nasır bunu bilerek mi yaptı yoksa Amerikanın telkinlerine kanarak mı yaptı? Her ne suretle olursa olsun Nasır Mısır’a ihanet etmiştir. Zira sosyalizmi uygulamak suretiyle Mısır’ı ve halkını geri bırakmıştır. Buna ilaveten de beraber ihtilal yaptıkları Müslüman Kardeşlere haksızlık etmiştir.

1950 ellili yıllarda Mısır Türkiye’den 30 yıl ileri idi. Şimdi Mısır Türkiye’den 30 yıl geri. Bu sözler, 1955 yılında on beş kişilik bir heyetle resmen Mısır’ı ziyaret eden  Ali Fuat Cebesoy Paşa’ya ittir.

Türkiye, İrak ve Pakistan tarafından kurulan  Bağdat Paktına Mısır yani Nasır karşı çıkmıştı. Menderes Nasır’ı ikna etmek maksadıyla 1955 yılında Mısır’a,  o zaman Demokrat parti mebusu olan Ali Fuat Cebesoy’un başkanlığında on beş kişilik bir heyet göndermişti. Bu heyette Ahmet Emin Yalman, Ali Naci Karacan ve Mümtaz Faik Fenik gibi gazetecilerle beraber  çok sayıda millet vekili vardı. Bu heyet Mısır’ın resmi misafiri olarak İnter Kontinentel oteline indiler. Biz Ezher Üniversitesi öğrencileri olarak benim başkanlığımda beş kişilik bir heyet oluşturduk. Bir çiçek buketi yatırarak Paşa’ya gönderdik ve kendisini ziyaret etmek istediğimizi bildirdik. Böyle beklenmedik bir cestten mütehassis olan Paşa bizi kabul etti. Çok sıcak karşıladı ve bana “ Sen hep bizimle beraber ol. Devletin tayin ettiği bir tercüman var ama  yine de sen bizimle  beraber ol. Bazen de sen terceme edersin” dedi. Bu sebeple on gün kadar Mısır’da kalan paşa ile hep beraber olduk.

Bu esnada Ahmet Emin Yalman.Ali Naci Karacan ve Mümtaz Faik Fenik’le tanıştık.Gerek gazeteciler gerekse millet vekilleri bize çok ilgi gösterdiler. Bizim teklifimiz üzerine topluca Şeyhul Ezher’i ziyaret edildi. O günlerde Ezher Şeyhi olan Profesör Abdurrahman Taç, heyete çok büyük bir ilgi Gösterdi, ikramda bulundu. Hatta misfirlere sigare ikram etti. Özellikle millet vekilleri bundan çok memnun oldular ve toplantıdan sonra bize “ Bu kişi son derecede anlayışlı ve hoş görülü, kendisini çok takdir ettik. Onu Türkiye’ye davet edelim dediler ve sonra davet ettiler ama bu davet gerçekleşmedi.

Paşa, Türk öğrencilerin kaldığı, Ezher semtindeki Muhammet Bey Ebuzzehep yurdunu ziyaret etti. Kendisine ikram etmek istediğimizde “ Kendi elinizle kahve yapmasını biliyorsanız yapın bir kahve içeyim yoksa içmem dedi. Arkadaşlardan Emirdağ’lı Ali kılınçalp bu işlerde çok mahir biri idi. Hemen o bir kahve yaptı. Paşa kahveyi içti ve bize çocuklar siz şimdi talebesiniz yarın birer asker olacaksınız. Asker demek yeri geldiği zaman her şeyi yapabilen kişi demektir. Ben onun için kahveyi sizin yapmanızı istedim, dedi. Ben hayatımda böylesine âli cenap, anlayışlı saygı değer bir insanla karşılaşmadım. Allah rahmet eylesin kendisi tam bir asker ve tam bir paşa idi.

Bir gün Paşa’ya tahsis edilen bir arabayla Opera Meydanından geçiyorduk. Paşa bize Şöyle dedi: Çocuklar! 1914 de Birinci Dünya Savaşı başlayınca ben mülazim rütbesiyle Mısır’a geldim. O zaman Mısır Osmanlı Devlet’inden 30 sens ileri idi. Ta o zaman şu gördüğünüz meyden şu Opera binası, Şu İbrahim Paşa’nın at üzerindeki heykeli vardı. O günlerde İstanbul’da bunlar yoktu. Şimdi de Mısır hem iktisaden hem de medeniyet ve umran bakımından Türkiye’den en az 30 sene ileri, dedi. Gerçek de böyle idi. Zira 1955 yılında İstanbul’un nüfusu 500 bin, Kahire ise 4 milyon idi. Kahire’de 4 tane üniversitede 200 bin öğrenci vardı. Daha öncelere gidilirse Kahire’de günlük gazete çıkarken İstanbul’da henüz gazete yoktu. İslam aleminde ilk matbaa Mısır’da kurulmuş ve pek değerli eser bulak matbaasında basılmıştı. Nasır’ın sosyalizmi Mısır’ı o kadar geri götürdü ki, bu gün Mısır her bakımdan en az 30 sene Türkiye’den geri durumda.

Ondördüncü Olay :

Ali Fuat Cebesoy Başkanlığında Mısır’ı ziyaret eden gazeteciler arasında Ahmet Emin Yalman’ın da olduğunu söylemiştik. Ahmet Emin Yalman, orta boylu, hafifce şişman, hareketli ve enerjik bir kimse idi. Ali Fuat Cebesoy Paşa bize ilgi gösterince  o da ilgilendi. Bilindiği gibi Ahmet Emin Yalman o günkü Vatan Gazetesinde Mısır Ezher Üniversitesinde okuyan Öğrenciler aleyhinde pek çok yazı yazmış ve bu talebelerin talebelik haklarının ellerinden alınmasında etkili olmuştu. Mısır’a gelip bizimle görüştükten sora fikrini değiştirdi. Bizimle ilgili olarak Türkiye’ye döndükten sonra birkaç yazı yazdı. Daha önce yazdıklarının doğru olmadığını, kendisine yanlış bilgi verildiğini, Mısır’a gidip bizzat bu talebelerle görüştüğünü ve yazdıklarının doğru olmadığını orada anladığını, devletin ve milli Eğitim Bakanlığının bu hatayı düzeltmesi gerektiğini açık bir şekilde yazdı. Yalman Kahire’de iken benimle çok ilgilendi ve bana Kahire’de Vatan Gazetesinin muhabiri olmamı teklif etti. Fakat ben , derslerime engel olur düşüncesiyle bunu kabul etmedim. Sonra o Türkiye’ye döndükten sonra Benimle ilgili iki makale yazdı. Bu makalelerinde beni övdü ve benimle birlikte Ezher’de okuyan öğrencileri övdü. bu öğrencilere haklarının verilmesi gerektiğini savundu. Tabii Yalman bunları yazmadan önce Kahire’de Ezher Üniversitesini, Ezher şeyhini ve Ezher’e bağlı yurtları gördü. Ali Fuad Cebesoy’un ifadesiyle 1950 lerin Mısır’ı Yine 1950 lerin Türkiye’sinden 30 sene ileri idi. Yalman bu gerçekleri görünce , daha önce kendisine verilen bilgilerin yanlış olduğunu gerçekten anladı.

Onbeşinci olay:  Mısır İsrail savaşı. İngiltere, Fransa ve İsrail Birlikte Mısır’a saldırdılar. Mısır hükümeti, her ihtimale karşı şayet düşman Kahire’yi işgale kalkarsa sokak savaşına hazırlık olmak üzere halka silah dağıttı. Bilindiği gibi böyle bir durumda bizim en büyük endişemiz, Kahire’de yaşayan Mısır vatandaşı Ermeniler idi. Zira sokak savaşı sırasında Ermenilerin Türkleri hedef seçmeleri ihtimali vardı. Nihayet sokak savaşı olmadı ve bizi endişelendiren bir durum da meydana gelmedi.

Bu savaş esnasında bazı enteresan olaylar meydana geldi:

Savaş başlayınca Mısır Hükümeti. Ellerinde İngiliz ve Fransız pasaportu olanları kampa aldı. Mısır’da ikamet eden Osmanlı Hanedanına mensup olan kimselerin elinde de İngilizler ve Fransızlar tarafından verilmiş beynelmilel pasaportlar vardı. Bu sebeple Mısır Hükümeti onları kampa almak isteyince  Mısır’da ikamet eden Veliahd Şehzade Ömer Faruk Efendi, Başbakan Adnan Menderes’e bir telgırafla durumu bildrir ve der ki  biz ne İngiliz vatandaşıyız ne de Fransız. Biz Türk vatandaşıyız. Bizi ancak siz himaye edebilirsiniz.  Bunun üzerine Menderes , Hariciye kananıyla Mısır Hükümetine gönderdiği mektupta Osmanlı Hanedanına mensup kimselere Türk vatandaşı muamelesi yapılmasını ve onların kampa alınmamasını rica eder. Mısır Hükümeti de bunu kabul ederek Hanedana mensup kişileri kampa alma.

Bu olaydan sonra Menderes Hariciyeyi görevlendirerek yurt dışında Hanedana mensup ne kadar erkek olduğunu tesbit ettirir ve 25 kişi oldukları ortaya çıkar. Zira daha önce Hanedana mensup bulunan kadınların Türkiye’ye gelmelerine izin verilmiş ama erkeklerin gelmeleri hala yasak imiş. Bundan sonra Menderes Hanedana mensup bulunan bu kişilere bir yazı göndererek, Türkiye Büyük Millet Meclisine birer af dilekçesi göndermelerini, bu şekilde affedilerek Türkiye’ye gelmelerinin gerçekleşeceğini bildirir.

Ancak Hanedana mensup kişiler Ömer Faruk Efendinin başkanlığında toplanarak durumu görüşürler ve sonunda “ Kendilerinin suçlu olmadıklarını ve bu sebeple böyle bir dilekçe vermelerinin doğru olamıyacağı “ kararına varırlar. O sıralarda Namık Bey adında Hindistan’dan gelmiş olan bir zatı, Şehzade Şevket Beyin evinde gördüm. 25-30 yaşlarında yakışıklı endamlı, oldukça karızmatik bir kişi idi. Bana göre bu kişi gerçekten bir Osmanlı emiri intibaını veriyordu. Sonraları işittim ki bu kişi öldürülmüş ama ne sebeple öldürüldüğünü bir türlü öğrenemedim.

Adnan Menders’i idam eden güçlerin gerekçeleri içinde her halde bu zatın Hanedan mensuplarına gösterdiği yakın alaka da olsa gerek. Zira Menderes’in hanedan ile ilgisi daha sonra da devam etti. Diğer bir husus da ; Menderes, Konya millet vekili Fahri Ağaoğlun’u görevlendirerek Türkiye’de Eyalet sistemini kurmak istiyordu. 1954 yılında Fahri Ağaoğlu Mısır’a geldi. O sırada Abidin Sarayında mütercim ve Üniversitede Öğretim Üyesi olan Ekmelüddin babası Tokatlı İhsan Efendi ile görüştü. Bu görüşmede iki mesele  ele alındı:

Birincisi, Fahri Ağaoğlu İhsan Efendi’den, Mehmet Âkifin tercemesisi sordu. O da herkese söylediği gibi Mehmet Âkifin vasiyetine istinaden tercemeyi yakıp imha ettiğini söyledi.

İkinci mesele de Türkiye’nin Eyaletlere ayrılmasının Doğru olup olamıyacağı meselesi idi. Bu konuda fikirler farklıydı ama toplantıda bulunanların çoğunluğu Eyalet sistemine taraftar idi. Ben de Eyalet sistemine taraftar olanlardan idim. Zira bana göre bu gün bile Türkiye’yi terör ve ayrımcılık belasından kurtaracak hal çaresi Eyalet sistemidir. Mesela Amerika’da olduğu gibi sağlam bir Eyalet sistemi oluşturulursa problemler kökünden çözülmüş olur.

Onaltıncı Olay: Bizim talebe olduğumuz senelerde Kahire çok güzel temiz bir şehirdi. Hatta bazılarına göre Kahire orta şarkın Parisi idi. Sıcak ülke olduğu için akşamları kahire’de çok hoş bir hava oluşurdu. Güneş battıktan sonra herkes sokağa dökülürdü. Biz de genellikle Nil kenarındaki Endülüs bahçesine giderdik. Özellikle  Mısır, Kral Faruk devrinde çok güzeldi. Sokaklar temizdi. İnsanlar mutlu idi. Mısır’da ihtilalden sonra bir sene kadar bir bolluk devresi yaşandı, zira ihtilalciler devletin hazinesini ileriyi düşünmeden hoyratca harcadılar, Mısır’da oldukça gelişmiş olan Özel sektöre büyük darbeler indirdiler. Sosyalizme heves ederek bir çok müesseseleri millileştirdiler, arazileri devletleştirdiler. Zaten tembel olan Mısır halkı çalışmadan, üretmeden yaşamaya alıştı. O güzelim marketler, mağazalar mezberelik haline geldi. Müslüman kardeşlere uygulanan zulum ve baskı halkı yıldırdı. Mısır’da meydana gelen bu olaylar İsrail’in işine yaradı, zira Mısır her yönden güç kaybederken İsrail güçlendi. Sonunda bilindiği gibi İsrail bir gecede Mısır’ın hava alanlarını ve uçaklarını tahrip etti……

Mısır’da yaşayan halkın dünya görüşünü ve hayat anlayışını belirlemek için, Hz. Ömer zamanında  Amr ibnül As tarafından  Mısır fethedilince Amr İbnül As’ın Hz. Ömer’e gönderdiği mektupta yer alan üç cümle bu halkın davranış biçimini garip bir şekilde ortaya koymaktadır. O şöyle demişti: “ Toprağı altın, Kadınları oynak ve bu ülke kim galip gelirse ona itaat eder.”  Bir de Yine Hz. Ömer devrinde Mısır’da yaşayan halk Hz. Ömere!e müracaat ederek Müslümanların sahip oldukları arazilerden alınan öşür yerine gayrımüslimlerden alınan haraç vergisinin alınmasını ve kendilerinin askerlik görevinden muaf tutulmalarını istemişlerdi. Hz. Ömer bunu kabul etti ve mısır halkı askere alınmıyordu. Bu iki örneğe bakarak Mısır halkının daima sulh ve barış içinde yaşamak istediklerini, idareye kim gelirse ona itaat ettiklerini, bu sebeple Mısır’da Nasır rejimine karşı koymadıklarını, böylece sosyalizm  adı altında Mısır’ın iktisaden geri kalmasına ses çikarmadıkları anlaşılmaktadır.

 

TÜRKİYE’DEKİ HAYATIM

1957 Yılı Haziran döneminde Ezher Üniversitesi Usûluddin Fakültesi mastır bölümünü bitirdikten sonra aynı yılın Ağustos ayında Türkiye’ye döndüm.

Yedi senelik ikametim esnasında alabildiğim kitaplarımı kolilere doldurarak dönüş yolculuğuna başladım. Çok yüküm olduğu için dönüşü vapurla yaptım.

İzmir limanına gelince beni kalabalık bir heyet karşıladı. Bunlar arasında İzmir’in eşrafından Tevfik Nazlı bey vardı. Bu zat aynı zamanda beni Mısır’a gönderen Kestanepazarı derneğinin başkanı idi.

Tevfik Nazlı Bey’in ailesi İzmir’de tanınmış bir aile idi. Merhum Adnan Menderes talebe iken İzmir’de bu ailenin yanında kalmıştı.

Tevfik Nazlı Bey, gemideki önemli misafirler için kullanılan şeref salonunu açtırdı. Orada yarım saat kadar sohbet edildi ve gemi kaptanı ve diğer yetkililer de hazır bulundular.

Daha sonra topluca Kestanepazarı’na geldik. İşte böylece 1946-50 arası talebe olarak bulunduğum Kestanepazarı Camii Derneğine yeniden kavuşmuş olmanın mutluluğunu yaşadım.

Mısır dönüşümde 1957-60 arası yaklaşık üç sene kadar Kestanepazarı’nda görev yaptım Sonra 1959 senesinin kasım ayında İstanbul’a geldim. O gün bu gün 45 seneden beri İstanbul’da Fatih’de ikamet etmekteyim.

İzmir’de bulunduğum zaman zarfında Kestanepazarı Derneğinde öğretmen ve idareci olarak çalıştım. Dernek iki önemli vazife yapıyordu:

1.  İmam-Hatip okulunda okuyan öğrencilerin iaşe ve ibatesi ile uğraşıyordu.

2.  Arapça başta olmak üzere hem İmam-Hatip öğrencilerine, hem de Kur’an Kursundaki öğrencilere yönelik, dini ilimlerle ilgili kurslar yapıyordu.

 

KESTANEPAZARI’NDA KALDIĞIM SÜREDE

KARŞILAŞTIKLARIM

 

Ali Rıza GÜVEN

Kestane Pazarında   kaldığım esnada dernek başkanı Ali Rıza Güven idi. Aslında bir polis emeklisi olan bu zat, çok değerli bir iş adamı olmuştu. Hayatımda karşılaştığım en etkili, en değerli, en sevecen bir kişi idi Ali Rıza Bey. Hem fiziki yapısı ve dış görünüşü ile, hem de rûhî yapısı ve kişiliği ile gerçekten örnek bir şahsiyet idi. Daima güler yüzlü, anlayışlı, sevecen, herkese iyilik yapmayı seven, hoş sohbet, davranışları insancıl biri idi. Yaptıklarını daima hiçbir karşılık beklemeden sırf Allah rızası ve iyilik olarak yapardı. Kendisi ile pek çok hatıram vardır. Bunlardan hatırladıklarımı yazmaya çalışacağım.

 

EZHER ÜNİVERSİTESİ DİPLOMASI

Bendeniz Mısır’da altı senelik yüksek tahsil yaptım. Mısır’da yedi sene kaldım. Bir sene hazırlık, dört sene fakülte ve iki sene  mastır tahsili yaptım. Türkiye’ye dönünce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kuruluna müracaat ettim. Kurul diplomalarımızın denkliğini kabul etmedi. Bu durumda ben askerlikten yoklama kaçağı olarak aranmağa başlandım. Er olarak gitmektense Türkiye’de orta okul mezunu olduğum için lise imtihanlarına girip hiç olmazsa askere yedek subay olarak gitmeyi tasarladım ve lise imtihanlarına girmeğe karar verdim. Bir taraftan da devlet aleyhinde bir dava açtım. Merhum Ali Himmet Berki Hoca’yı da resmen vekil tayin ettim. Bilindiği gibi Ali Himmet Berki o devrin tanınmış avukatlarından idi. Ben kendisini Mısır’da talebe iken orada tanıdım. Önemli bir dava için Mısır’a gelmişti. Konuyu kendisiyle görüştüm. Bana: “Bu davayı ben sizden  para almadan takip edeceğim. Hem de benim de içimde bulunduğum bir hukuk bürosu adına takip edeceğim. Böyle yaparsak daha güçlü oluruz” dedi ve davayı üstlendi. Bir taraftan dava devam ederken ben de lise imtihanlarına hazırlanıyorum. Aynı zamanda Kestane Pazarı Derneğindeki görevime de devam ediyorum.

Arkadaşlarla istişare sonunda düz lise yerine İmam-Hatip Lisesini bitirmenin benim için daha kolay olacağı kanaatine vardık.

Bu arada şöyle bir fikir de ortaya atıldı: Düz lise veya İmam-Hatip Lisesi de olsa bunların imtihanlarına girmek hem çalışmayı gerektirir. Hem de zamana bağlıdır. Bu meseleyi kısa yoldan halletmek en kısa yolu,  yeniden Talim Terbiye Kuruluna müracaat ederek, Ezher’de yaptığım altı senelik yüksek tahsilimin, İmam-Hatip Lisesine denk sayılmasını istemekti. Bu şekilde yaptığım başvuru da  reddedildi. Daha sonra tekrar müracaat ederek bu altı senelik yüksek tahsilimin İmam-Hatip Lisesinin orta kısmına denk sayılmasını istedim. Bu sefer de yine denk saymadılar. Ancak benim  orta okul mezunu olduğumu gerekçe göstererek İmam-Hatip Lisesinin dışardan bitirme imtihanlarına girebileceğime karar verdiler.

Bunun üzerine ben bu yazı ile İzmir İmam-Hatip Lisesine başvurdum. O sırada Mürtaza Gürkaynak adında bir kişi İmam-Hatip Lisesi müdürü idi. Önce benim evrakımı aldı, kabul etmiş göründü. Sonra da bana: “Senin imtihanlara girebilmen için Ankara’dan tekrar sormam gerekiyor” dedi. Haziran dönemi imtihanlarının başlamasına iki hafta kalmıştı. Ben buna itiraz ettiysem de kabul etmedi. Daha sonra ben düz lise imtihanlarına girmeye karar verdim. Çünkü müdürün niyetinin kötü olduğunu anladım. Bunun üzerine kendisine giderek evrakımı geri vermesini istedim ve dedim ki, ben normal lisede imtihana girmeğe karar verdim. Bir an önce evrakımı ver ki zaman dolmadan liseye müracaat edebileyim.

Adam bunu kabul etmedi. O sırada ben sanki kendimi kaybettim. Zira evrakları alamazsam hem İmam-Hatip Okulunda hem de lisede imtihanlara girme şansını kaybediyorum.

Bunun üzerine müdür odasında adamı tehdit ettim. “Ya evrakımı verirsin ya da burada seni perişan ederim. Zira sen benim hayatımla oynuyorsun. Hem burada imtihana girmemi engelliyorsun hem de lisede. Ne demek bu. Derhal evrakımı ver yoksa seni buradan sağ çıkarmam” dedim. Adam herhalde korkmuş olacak ki, evrakımı  geri verdi. İşin garibi benim evrakım müdürün çekmecesinde imiş, çıkarıp verdi.

Ben hemen Kestane Pazarı’na geldim. Orada dernek yetkilileriyle istişare yaptıktan sonra lise imtihanlarına girmek üzere Burdur Lisesine müracaat etmeğe karar verdik. Sebep de ben yoklama kaçağı olduğumdan İzmir’de aranıyordum. Burdur’da böyle bir tehlike yoktu.

 

KANTAR KARAKOLU

Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Ezher Üniversitesi diplomasını kabul etmeyince ben askerlik şubesinden aranmağa başladım. Benim evrakım Kantar Karakolunda idi. Polisler Derneğe gelip soruyorlardı. Bunun üzerine Dernek başkanı Ali Rıza Güven Bey resmi bir yazı ile benim dernekte çalışmadığımı bildirdi. Ve resmen benim görevime son verdi. Ancak ben resmen çalışmamakla birlikte zaman zaman derneğe geliyordum.

İzmir’de imamlık yapan Necati adında bir kişi vardı. Bu zat sık sık derneğe geliyordu. O sıralarda İzmir’deki Süleymancılarla dernek arasında iyi ilişkiler vardı. Bu Necati adındaki imam dernekte Süleymancılar aleyhinde yüksek sesle konuşuyordu. Dernek idarecileri, bu kişiyi uyarmam için bana görev verdiler. Ben de kendisini birkaç defa münasip şekilde uyardım ve “burası bir dernek. Bu derneğe yardım edenler Süleyman Efendinin Kurslarına da yardım ediyorlar Bu sebeple dernek idarecileri bu şekilde fitneye sebep olacak davranışların burada olmasını istemiyor” dedim. Kendisi enim bu ricamı kabul etti –bir süre böyle devam etti- Daha sonraları biz bir gün  dernekte oturuyorduk. Necati Bey geldi. O da sohbete katıldı. Bir ara Necati bey, sözü Süleymancılara getirdi ve aleyhte konuşmaya başladı. Bunun üzerine biraz sertçe kendisini uyardım. Bu zat hemen ayağa kalktı ve “Ali Özek alacağın olsun. Ben sana bunun dedelini ödetirim” dedi ve gitti.

Aradan çok geçmeden Kantar Karakolundan polisler beni yakalamak için geldiler. Bereket versin polisler beni şahsen tanımıyorlardı. Ben hemen ortadan kayboldum.

Necati Bey o anda hemen karakola telefon ederek benim Kestane pazarı Derneği’nde olduğumu bildirmiş. Bunun üzerine polisler ekip halinde gelmişler.

İşte bu sebepten dolayı ben lise imtihanlarına Burdur Lisesinde girdim. Zira İzmir’de girmem mümkün değildi.

 

 

 

BURDUR LİSESİNDE BİTİRME İMTİHANLARI

1959 yılının Haziran ayında Burdur lisesinde, üç sınıf birden olmak üzere lise bitirme imtihanlarına başladım. Haziran ve Eylül dönemlerinde  imtihanlara girdim. Bütün dersleri verdim. Ertesi sene haziran dönemine fizik, kimya, tarih ve coğrafya olmak üzere dört dersim kaldı. Bu dört dersi de 1960 senesinin haziran döneminde İstanbul Pertevniyal lisesinde vererek lise mezunu oldum.

Lise mezunu olur olmaz hemen askerlik şubesine müracaat ederek askerlik işlemlerini başlattım. Bilindiği gibi o tarihlerde lise mezunları eksere yedek subay olarak gidiyordu. Ancak 27 Mayıs  İhtilalinden sonra Milli Birlik Komitesinin çıkardığı bir kanunla lise mezunları askerliklerini yedek subay öğretmen olarak yapmaları karalaştırıldı. Bu sebeple ben de askerliğimi yedek subay öğretmene olarak yaptım.

Yedek subay adayları,  ilk okul öğretmeni olarak çalıştırıldılar. Benim görev yerim Urfa vilayeti Siverek Kazasının Türközü İlk okulu idi. Bu okulda iki ders yılı ilk okul öğretmenliği yaptım. Yedek subay eğitimini ise Denizli’de yaptım Kışın öğretmenlik yazın da eğitim yaptık. 1962 yılında yedek subay olarak terhis edildik.

27 Mayıs İhtilali

Burdur’da 1959 Eylül dönemi imtihanlarını bitirdikten sonra Ekim ayının sonlarına doğru İstanbul’a geldim. Önce bir müddet Sirkeci’de Barçın Oteli’nde kaldıktan sonra şu anda İlim yayma Cemiyetinin öğrenci yurdu olan binada (ki  o zaman ahşap bina idi. Sonradan ahşap binanın yerine yeni yurt binası yapıldı) Kaldım. O sene kışı orada geçirdim. 1959-1960 ders yılında İstanbul Çarşamba İmam-Hatip okulunda askere gidinceye kadar  ücretli öğretmen olarak çalıştım. Ayrıca buna ilave olarak Vefa’da açılan bir kursta ders verdim. Bu arada İsmailağa Kur’an kursunda da bir yıl boyunca dersler verdim.

 

BAZI HATIRALARIM

27 Mayıs ihtilali olmadan önce İstanbul’da her gün gösteriler yapılıyordu. İmam-Hatip okulu müdürü,  Gündüz Akbıyık adında bir zat idi. Düşünce ve davranış olarak ortada bir kimse idi. Ama Sadri Bey diye bir yardımcısı vardı ki, tam manası ile solcu bir militan idi. İhtilalden sonra müdür görevden alındı ve yerine vekaleten Sadri Bey atandı.

İmam Hatip okulunda Ali Rıza Saman adında yaşlı bir Kur’an-ı Kerim hocası vardı. Devrin Garnizon komutanı bu zatın ahbabı imiş. Bu sebeple olacak her halde bir gün 27 Mayıs ihtilalinden sonra bu komutan (zannedersem adı Faruk Gürler olacak) kurmayları ile beraber İmam-Hatip okulunu ziyarete geldiler. O sırada okulda idarecilerden başka öğretmen olarak sadece ben vardım ve ben de gitmek üzere idim. Ali Rıza Saman Hoca bana sen de bizimle gel dedi ve beraberce müdür vekilinin odasına girdik.

Komutan sordu:

-Okulda ne var ne yok. İşler nasıl gidiyor?

Sadri Bey:

-Efendim bu okulda korkunç Atatürk düşmanlığı var. Öğrenciler Atatürk’ü sevmiyorlar

Komutan yaverlerine

-Bunları kaydedin

Ali Rıza Saman

-Yahu Sadri Bey Ben bu okulda senelerden beri hocayım. Hiç böyle bir şey duymadım. Bunları nereden çıkarıyorsun

Komutan

-Başka ne gibi olaylar var?

-Efendim bu okulda bayrak düşmanlığı var, geçenlerde öğrenciler Türk bayrağını yırtmaya kalktılar

Komutan

-Bunları da not edin.

Ali Rıza Saman

-Sen bu olayları her halde yanlış biliyorsun. Bizim öğrencilerimizde tam tersine bayrak sevgisi vardır…

Konuşmalar bu şekilde devam etti. Sonunda komutan Ali Rıza Bey’e dönerek:

Hocam! Biz Atatürk’ü bu insanlara iyi anlatamadık. O sebeple bazı kimseler yanlış bilgilerden doyalı menfi tavır takınıyorlar. Ne dersin?

Ali Rıza Saman komutanı tasdik ederek gerçekten öyle . Şu eli görüyor musun bu el Atatürk’ün elini tutmuş ve bu ağız da onun elini öpmüştür. İnsanlara Atatürk’ü iyi anlatmamız gerekir dedi.

 

Not: Ali Rıza Saman Bey daha önceleri bize bu olayı şöyle anlatmıştı:

Atatürk bir gün birkaç hafızı çağırmış ve onlara Kur’an okutmuş ve kendilerine ilgi göstermiş, hafızlar da Atatürk’ün elini öpmüşler.

Tabii Sadri Bey’in söyledikleri komutana tesir etmedi. Çünkü Ali Rıza Saman hoca komutana Sadri Bey hakkında bazı şerler fısıldadı.

 

H A S A N    A L İ  Y Ü C E L ‘ in İmam-Hatipler aleyhindeki raporu

 

27 Mayıs İhtilalinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı üç arkadaşıyla birlikte Hasan Ali Yücel’i bir rapor hazırlamak üzere görevlendirdi. Hasan Ali Yücel üç arkadaşıyla beraberce İstanbul Çarşamba’daki İmam-Hatip okuluna geldiler ve on beş gün okulda çalışarak İmam-Hatip okullarının gereksiz olduğunu ve kapatılması gerektiğini bildiren bir rapor hazırladılar. Hasan Ali, on beş gün boyunca hocalarla ve talebelerle görüşmeler yaptı. Ben de kendisiyle birkaç defa görüştüm. Görünürde iyi bir insana benziyordu. Gayet düzgün konuşan, muhatabına iyi davranan hoş sohbet bir kişiliğe sahipti.

15 gün bittikten sonra öğretmenler ve İlim Yayma Cemiyeti mensuplarıyla bir toplantı yaptı.

Bu toplantıda İmam-Hatip okullarına gerek olmadığını ifade eden bir konuşma yaptı.

Toplantıda hazır bulunan Dr. İsmail Niyazi Bey söz alarak:

-Efendim. Bu okullar kapanırsa imamlar -hatipler nereden yetişecek

dedi. Cevap olarak:

-Onlar kurslarda yetiştirilir. Ben size bir günde imam ve müezzin yetiştiririm dedi. Bunun üzerine Dr. İsmail Niyazi tekrar söz alarak:

-Bana İslamiyet’i kim öğretecek

 dedi.

Hasan Ali Yücel:

-İlahiyat fakülteleri var. Orada yetişenler İslam’ı halka anlatırlar

dedi. Bunun üzerine Dr. İsmail Niyazi Bey:

-İlahiyat Fakültelerinde okuyanlar da liseden oraya gittikleri için fazla bir şey bilmiyorlar dedi. Toplantıda bulunan iki tane yeni ilahiyat mezunu öğretmen İsmail Bey’e itiraz edince ortalık karıştı. Sandalyeler havada uçuştu. Hasan Ali Yücel hemen oradan uzaklaştı ve toplantı bu şekilde sona erdi.

İşte o zaman Hasan Ali Yücel’in hazırladığı bu rapor, daha sonra zaman zaman İmam-Hatip okullarının kapatılmasını isteyenlere bir kaynak oluşturmuştur. İmam-Hatip okulları hakkında  yapılmakta olan aleyhte propagandaların dayanağı hep bu rapor olmuştur. Halbuki bu rapor bir ihtilal sonrasında, tarafsız olmayan bir kişiye İmam-Hatip okullarını kapattırmak maksadıyla hazırlattırılmıştır. İsmet İnönü Başbakan iken, Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’na İmam-Hatiplerin kapatılması emrini vermiş, ancak Hatipoğlu, okulları kapatmak yerine bakanlıktan istifa etmeyi tercih etmiştir. Muhterem Şevket Raşit Hatipoğlu’nun bu tutumu neticesinde İmam-Hatip okulları kapanmamıştır. Ondan sonra İnönü’nün Başbakanlığı fazla sürmemiş ve Adalet Partisi iktidara gelince işler değişmiştir. Daha sonra ki dönemlerde de zaman zaman bu rapor İmam-Hatipler aleyhinde kullanılmıştır. En son olarak da 28 şubat olaylarından sonra İmam-Hatiplerin orta kısımlarının kapatılmasında bu raporun rolü olmuştur.

 

TÜRKÖZÜ İLKOKULU

Urfa’nın Siverek kazasının merkezinde bulunan Türközü İlkokulunda iki ders yılı görev yaptım. O bölgede yaşayan insanların çoğu kürttür. O bölgede bulunan Kürtlere Zaza diyorlar. Bu Zaza Kürtleri,  örf âdet ve gelenekler bakımından Türklerden  farkları yok gibidir.

Siverek’te Karahan ailesi ile tanıştım. Hasan Karahan çok değerli bir kimse idi. Bu zat, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’ın amcası idi. Hasan Karahan’la ahbap olduk. Ahbaplığımız askerlik sonrasında da devam etti.

İlkokul öğretmenliğim sırasında arkadaşlık kurduğum kişilerden biri de İlkokul öğretmeni Mustafa Özgörmüş idi. Mustafa Bey daha sonra öğretmen olarak İstanbul’a geldi. Kendisiyle burada da görüşüyorduk. Sonradan irtibat kesildi.

Siverek’te öğretmen iken bizi,  27 Mayıs ihtilalini anlatmak üzere köylere gönderdiler. Bize bir jip verdiler. Ziraat Bankası Müdürü ve üç öğretmen yöredeki bazı köyleri dolaştık. Çok enteresandır. Köye vardığımızda birkaç ihtiyar ve kadınlardan başka kimsecikler olmuyordu. Sonradan yavaş yavaş insanlar ortaya çıkıyorlardı. Bunun sebebini sorduk. Dediler ki, köye genelde resmi kişiler belli maksatlarla gelirler. Biz onlardan korkarız. ..

Köylerde kadınlar ve askerlik yapmamış olanlar Türkçe bilmiyorlar. Mahkemelerde tercümanla ancak dertlerini anlatıyorlar. 1960 lı yıllarda bizim dolaştığımız köylerin çoğunda okul yoktu.

Bir köye vardık. Bir kaç ihtiyar vardı. Sorduk. 27 Mayıs ihtilali hakkında ne biliyorsunuz. İhtiyarlar biraz Türkçe bilen biri söyle dedi: Biz işittik ki, Ankara’da Celal Bayar’la İnönü kavga yapmışlar. Önünü Celal Bayar’ı yenmiş ve onu hapsetmiş….

BÜYÜK İHMAL

Bilindiği gibi Siverek kazasının bulunduğu bölgenin toprakları çok mümbit. Ama etrafta hiç ağaç yok. Sebep köylüler bu konuda yönlendirilmemiş. Devlet onlara ne destek olmuş ne de yol göstermiş. Bu insanlar mağara gibi evlerde kışları hayvanlarla beraber yatıp kalkıyorlar. Bu aslında  bir akıllılık zira hayvanların ısılarından faydalanıyorlar tezeklerle de ekmek ve yemeklerini pişiriyorlar. Sularını kuyulardan sağlıyorlar.

 

HİLVANLI ABZER AĞA

1961 yılında Siverek’te şehir kulübünde oturuyorduk. Adamlarıyla birlikte Abzer Ağa içeri girdi, bize yakın bir yerde oturdu. Hoşbeşten sonra sohbet başladı.

Ağa konuşmaya devam ederek ‘İhtilalden sonra Hilvan’a bir kaymakam atadılar. Biz bu kaymakamı beğenmedik ve alınmasını istedik. Fakat kaymakam görevinden alınmadı.’dedi. Bunun üzerine Abzer Ağa konuşmasına deva etti: Başbakan İnönü’ye telefon ettim: “Bu kaymakamı derhal görevden alınız. Biz demokrat partiyi düşürmek için bu kadar çalıştık. Ben bizzat 50 kişinin altı aylık harlıklarını ceplerine koyarak gösteri yapmaları için İstanbul’a Ankara’ya gönderdim. Bu yaptıklarımıza karşı bu mu olacaktı….” Dedim. İnönü kaymakamı hemen görevden aldı.

Abzer Ağa bu konuşmayı yüksek sesle ve böbürlenerek yapıyordu.

Bu konuşmadan anlaşılmıştır ki, 27 Mayıs’ tan önce Ankara ve İstanbul’da durdurulamayan sokak gösterilerini o günkü Halk Partisi organize ediyordu. Bunun karşılığı olarak da ihtilalden sonra İnönü Başbakan oldu.

Burdur’da Lise  İmtihanı ve evlenmekle ilgili bir ayrıntı

 Eylül döneminde Burdur lisesinde imtihanlara girerken Ali Rıza Güven bey bana İstanbul’da bulunan bir kızın fotoğrafını gösterdi ve kasım ayında beraber İstanbul’a giderek bu kızı ve  ailesinin görüp evlenme işine başlayalım dedi. Ben de bunu memnuniyetle kabul ettim. Ancak Burdur yayla memleket olduğu için orada biraz nezle oldum. İzmir’e geldim. Oradan da İstanbul’a gittim. Ali Rıza Bey de İstanbul’a geldi.

Ali Rıza Bey’le beraber resmini gördüğüm  kızın babasının dükkanına gittik, bir süre görüştük. Ondan sonra  kızın bize gösterilmesini bekledik. Bir türlü kızı bize göstermediler. Bu arada Ali Rıza Bey beni teselli ediyordu. Sonradan öğrendik ki, ben Burdur’da hastalanmıştım. Benim benzimde biraz solukluk vardı. Adamlar beni o şekilde görünce şüphelenmişler. Bu çocukta bir hastalık olabilir düşüncesiyle kızı göstermek istememişler.

Bu arada Ali Rıza Bey İstanbul’daki akrabalarına bu durumu anlatınca onlar da  “Bizim tanıdığımız bir aile var. Gerçekten çok iyi bir ailedir. Onların da bir kızları var. Onu gösterelim. Belki de onun kısmeti odur “ demişler. Ali Rıza Bey bu durumu bana anlattı.

Ben de haklı olarak kabul etmedim. Ve dedim ki, ben zaten Ankara’ya gidip orada çalışmak ve orada evlenmek istiyorum. Demek ki, bizim İstanbul’da nasibimiz yokmuş dedim.

Fakat Ali Rıza Bey bu kızı görmem için ısrar etti. Benim Ali Rıza Bey’e karşı saygım ve sevgim sonsuzdu. Onu kıramadım ve kabul ettim.

Ali Rıza Bey’in akrabası bir görüşme temin etti. Bir akşam bir eve gittik. Evlenecek kızın annesi oraya geldi.

Kız beni görmeden önce kızın annesi beni gördü. Bana bir takım sorular sordu. Alacağı bilgileri aldı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra yaşlı bir hamımla beraber beni kızın evine gönderdiler.

Ben kızı görür görmez hemen beğendim. Ama kız beni pek beğenmedi. Fakat ben beğenince artık durum değişti. Bu sefer ben Ankara’ya gitmekten vazgeçtim ve var gücümle bu kızın gönlünü nasıl yaparım diye düşünmeye başladım.

Benim isteğimle kızı bir daha gördüm. fakat kız  benimle hiç ilgilenmedi.

Allah rahmet eylesin kayın validem bana yardımcı oldu ve kızın gönlünü etti. Kızı benimle evlenmeye  zorladı. İşte bu şekilde benim Zerrin Hanımla evlenmem gerçekleşmiş oldu.

Nasip öyleymiş! Ben Mısır’a gitmeden önce vize almak için ilk defa İstanbul’a geldiğinde Fatih’te Dülgerzade Kur’an Kursunda kaldım. 1953 senesinde Mısır’dan yaz tatiline geldiğimde yine Fatih’te Can otelinde kaldım.

Bu yer de Dülgerzade’ye çok yakın idi. 1959 senesinin son aylarında İstanbul’a geldiğimde Vefa’da kaldım ve aynı sene sonunda 1960 yılının ilk aylarında Fatih’de Dülgerzade semtine yakın bir yerde oturan Zerrin Erdeniz’le evlendim. Ondan sonra hep Fatih’te kaldım Şu anda içinde bulunduğum İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın binası da Dülgerzade Camii’ne 50 metre mesafededir.

Kaderin bir cilvesi hep Fatih’te oldum. Uzun süre Fatih Camii’nde tefsir ve hadis dersleri okuttum. Bana bahsettiği bu lütfundan dolayı Allah Teala’ya hamd ve şükrediyorum.

 

VEFA’DA KALDIĞIM GÜNLER

Burdur’da lise bitirme imtihanlarının Eylül dönemine girdikten sonra İzmir’e geldim. Ancak Askerlik sebebiyle İzmir’de kalmam sakıncalı  olduğu için Ali Rıza Bey’le beraber İstanbul’a gelmeğe karar verdik. Zira İstanbul’da evlenmek maksadıyla bir kız görecektik ve askerlik bakımından da daha uygun bir yer olduğunu düşündük.

1959 un kasım ayında İstanbul’a geldim ve sirkecideki Barçın oteline yerleştim. Bana gösterilecek kızın babası ve amcası, bende bir hastalık olabileceği düşüncesi ile veya bizim bilmediğimiz başka bir sebeple kızı göstermediler.

Ali Rıza Bey bu arada İstanbul’daki akrabasına durumu anlatır. Onlar da şu anda beraber olduğumuz ailem Zerrin Hanımı tavsiye ederler. Ali Rıza Bey durumu bana anlattı. İlk anda ben kabul etmedim. Ancak Ali Rıza Bey çok ısrar edince görüşmeyi kabul ettim. Nasipmiş ki, Zerrin hamınla evlendik. 3 çocuğumuz oldu. Şu anda 4 tane torumuzu var.

 

Konya lezzet lokantasının sahibi  Mustafa Doğanbey

 

Vefa’da kaldığım günlerde Cuma namazına Hocapaşa Camiine gidiyordum. Hocapaşa Camiinde Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı hoca vaaz ederdi. Cumadan sonra Konya Lezzet Lokantasının sahibi Mustafa Konyalı, hocaları yemeğe götürürdü. Ben de araya sıkışır onlarla yemeğe giderdim. Hocalar bana nispetle hep yaşlı kimselerdi. Yemekten sonra da bir müddet sohbet devam ederdi. Mustafa Konyalı da hocaların sohbetini takip ederdi. Bu durum birkaç hafta böyle devam etti. Ben bu sohbetleri dinliyordum, hiç ses çıkarmıyordum. Bir gün hocalardan biri kolonya üzerinde konuştu ve kolonyanın külliyen haram olduğunu söyledi. O anda ben dayanamadım ve söz aldım: “Hoca efendi kolonyaya haram demek hem Kur’an’a hem de fıkıh kaidelerine uymaz. Zira eşyada asl olan ibahedir. Alkol bir madde olarak ne haramdır nede pistir. Ancak içilirse ve içeni sarhoş ederse o zaman haram olur. Mesela elma aslında helaldir ama çalınırsa o zaman yenmesi haram olur.

Kolonyadaki alkol içilmediği müddetçe ne haramdır ne pistir…” dedim. dinleyenler şok oldu, zira ekseriyetin hoşuna gitmedi. Sohbette bulunanlardan sadece Mustafa Barçın ile Mustafa Doğanbey  beni desteklediler.

Sohbetten sonra Konya lezzet lokantasının sahibi Mustafa Bey beni yazıhanesine çağırdı. Bana teşekkür ederek: “Nedir bu hocalardan çektiğimiz, bunlar her şeyi haram etmeğe uğraşıyorlar. Siz çok güzel söylediniz. Vaktiyle ben bir müddet medresede okudum. Evet eşyada asl olan ibahedir” dedi.

Mustafa Doğanbey nerede kaldığımı sordu. Vefa’da kaldığımı söyledim. Hemen bir taksi çağırttı beni Vefa’ya gönderdi ve bana tembih etti. Her Cuma geleceksin dedi.

Bu olaydan sonra ben toplantılarda bulundum. Ama hiç konuşmuyordum. Bir gün yine Abdurrahman Şeref Hoca konuşuyordu. Konu vitir namazına geldi. Hoca vitir namazının Şafiî mezhebinde sünnet olduğunu söyleyerek Şafiiler bu meseleyi iyi anlamamışlar dedi. Burada ben yine dayanamadım ve söz aldım. Zira biz Mısır’da Müslim Şerhi Nevevî’yi okumuştuk. Orada İmam Nevevî vitir namazının vacip olmadığını ispatlamak için yedi tane delil getiriyor. Ben bunları birer birer saydım Sonunda vitir namazı sünnettir. Kılınmasında fayda ve sevap vardır. Ama kılmayan için herhangi bir sorumluluk yoktur dedim.

O gün cemaatte bazı iş adamları da vardı. Bunlardan Nuri Sevil Bey kalktı “Zaten Mısır’da okuyanlar bozulur” dedi ve toplantıyı terk etti. Mustafa Barçın da beni destekledi. Diğer hocalar ise sustular ve benim konuşmamı tasvip etmediler. Ancak Konyalı Mustafa Efendi beni destekledi.

Konyalı yine bana iltifat etti. Beni arabayla yerime gönderdi. Böylece Konyalı ile aramızda bir dostluk belirdi ve bu ölünceye kadar devam etti.

Biz İslamî İlimler Araştır Vakfını kurarken bize destek oldu. Önce kendisi vakfa kurucu üye oldu. Bu arada vakıfla ilgi bütün toplantıları Konya Lezzet Lokantasında yaptık. Bu zat bizden hiç para almadı. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin.

Fazla giyinme hastalığı

 

Vefadaki ahşap binada bana bir oda verdiler. Ben orada kalıyordum. Burdur’da eylül dönemi lise imtihanlarına girerken üşüttüm ve hastalanmıştım. O hastalığı hala üzerimden atamadım. Hep bir üşüme geliyordu bana. Kat kat iç çamaşırı giyiyorum yine de üşüyordum. Hastalığım biraz daha fazlalaşınca Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş Bey vasıtasıyla Cerrahpaşa Hastahanesinde iki hafta yattım. Doktorlar fazla bir şey bulamadılar ve bana C vitamini ve kinin hapı verdiler.

Hastahaneye gitmeden önce Zerrin Hanımla sözleşmiştik. Zerrin Hanım kardeşi Berrinle beraber beni hastahanede  ziyaret ettiler. Allah rahmet eylesin Berrin Hanım beni görünce  gerçekten hasta olduğumu dünerek yanıma gelmedi. Bende bulaşıcı bir hastalık olduğunu sanmıştı, zira benzim sarı idi.  

Vefa’da kaldığım sırada akşamları Bayazıt’taki Küllük Kahvesine gidiyordum. O devirler insanlar özellikle yaşlılar akşamları Küllük gibi kahvelere giderlerdi. Orada insanlar öbek öbek toplanırlar, çaylar kahveler içilir, sigaralar yakılır ve sohbet edilirdi. Genel de yaşlılar konuşur, diğerleri dinlerdi.

Bir  akşam Küllük Kahvehanesine gittim. Zannedersem mart ayı sonları idi. Bir topluluk vardı. Yaşlı bir kişi konuşuyor, diğerleri de onu dinliyordu. Hatırladığım kadarıyla konuşan kişi Doktor imiş. Adamcağız sözü giyime getirdi ve çok giyinmenin insan vücudunda pek çok hastalıklara sebep olduğunu anlatıyordu. Diyordu ki, insan çok giyindiği zaman vücut devamlı terler ve bu sebeple en ufak bir açılmada hemen nezle olur. Bu sefer kişi üşümeye başler o zaman daha fazla giyinmek ister…

Adam aslında beni anlatıyordu. Zira ben o kışı hep hasta olarak geçiriyordum. Hatta bu yüzden 15 gün hastahanede yattım. Doktorlar belli hastalık bulamadılar ve bana C vitamini ve kinin verdiler.

Ben bu zatı dikkatle dinledikten sonra hastalığımın sebebini öğrendim. Derhal giyimimi azaltmağa karar verdim. Önümüz yaz olduğu için özellikle iç çamaşırı olarak giymekte olduğu pamuklu ve yünlü iç çamaşırlarımı çıkardım. Allah’a şükür ondan sonra az giymeğe çalıştım ve önemli bir hastalık görmedim. İşin sonunda şunu onladım ki, insan terlemediği müddetçe kolay kolay nezle olmaz. Bir de tabii salgın yani sari hastalıklar vardır ki, onlar mikrobiktir. Onların giyinmek ve terlemekle alakası yoktur.

 

PERTEVNİYAL LİSESİ

1959 yılı haziran ve eylül dönemlerinde Burdur Lisesinde üç sınıf birden bitirme imtihanlarına girdim. Bütün dersleri verdim. Sadece fizik, kimya, tarih ve coğrafya dersleri kalmıştı. Bunları da Pertevniyal lisesinde  1960 yılı haziran döneminde verdim ve lise mezunu oldum.

Pertevniyal lisesinde imtihanları verdikten sonra neticeleri öğrenmeye gittim. Baktım ki dört dersi iyi derece ile vermişim. Buna çok sevindim. Bu sevincimi nişanlım Zerrin Hanımla hemen paylaşmak istiyordum. Ama hava yağmurlu idi. Aralıksız yağmur yağıyordu. Şemsiyem de yoktu. Biraz bekledim ama duramadım yağmura rağmen Aksaray’dan Fatiha kadar yağmurda yürüdüm ve Zerrin Hanımın evine geldim. Kapıyı çaldım Zerrin kapıyı açınca “ Bana baktı ne o ne var? Niçin yağmurda bu kadar ıslandın?” Dedi. Ben de kendisine “İmtihanları verdim. Artık lise mezunuyum. Bunu sana bildirmek müjde vermek için acele ettim.  yağmurun dinmesini bekleyemedim” dedim.

Zerrin cevaben: “Bu, ıslanmana değer miydi. Hem bu haberi sonra da verebilirdin acelen neydi?” Diyerek beni suçladı. Halbuki ben beklerdim ki, bana “Tebrik ederim, ıslanmışsın ama zararı yok ben çok sevindim…”desin. Sonra, düşündüm aslında Zerrin Hanım haklıydı. Bu müjdeyi ona birkaç saat sonra ulaştırsam ne değişirdi. Fakat benim o    anda duyduğum sevinci hemen onun da duymasını arzu ettim ve acele ettim. Zira ben artık askere er olarak değil yedek subay olarak gidecektim. Bu benim için çok önemli idi. Onun için de çok önemli olduğunu düşünüyordum. Yine de Zerrin Hanım’ın memnun olmadığını söyleyemem. Elbette o da çok memnun olmuştu. Ancak aptallar gibi yağmurda sırılsıklam ıslanmama mana veremedi…

 

 

YEDEK SUBAY  ÖĞRETMENLİK

Er olarak askere gitmemek gayesi ile büyük bir gayret ve çalışma sonunda liseyi dışarıdan bitirme imtihanlarına, üç sınıf birden olmak üzere girdim. 1959 Haziran ayında Burdur Lisesinde imtihanlara başladım ve 1960 yılı Haziran ayında liseden mezun oldum. İlk işim Fethiye’ye gidip askerlik işlemlerini yaptırmak olmuştu. Bu maksatla Fethiye’ye gittim. Fethiye askerlik şubesi başkanı bize yakın bir yerde oturuyormuş. Yoldan geçerken beni görmüş. Bunun üzerine beni yakalatmak için hemen askerlik şubesine gitmiş. Tam jandarma’ya emir vereceği esnada ben askerlik şubesine vardım. Beni orada görünce adam şaşırdı. “Hayrola biz seni yakalamak için hazırlanırken sen kendin geldin” dedi.

-Ben şu anda lise mezunuyum işte evrakım dedim.

Başkan beni odasına aldı. İkramda bulundu, anlat bakalım şimdiye kadar neden askerlikten kaçtın dedi.

“Aslında ben askerlikten kaçmadım. Ezher’ de altı senelik yüksek tahsil yaptım. Milli Eğitim Bakanlığı benim diplomamı kabul etmedi. Ben Mısır’a gitmeden önce Türkiye’de ortaokul mezunu idim. Askere er olarak gitmemek için bir taraftan Milli Eğitim Bakanlığı’nı mahkemeye verdim onu takip ediyordum. Diğer taraftan da ne olur olmaz düşüncesiyle dışardan lise bitirme imtihanlarına girerek liseyi bitirdim. İşte bu sebeplerden dolayı bir süre askerlikten kaçtım. Şimdi işte sizin elinizde ve emrinizdeyim” dedim.

Şube başkanı memnun oldu. Beni tebrik etti ve yedek subay adaylığı işlemlerini başlattı. Ancak ben işlemleri bitirdikten sonra Milli Birlik Komitesi bir kararla o devrede askere alınacak yedek subay adaylarının öğretmen olarak askerlik görevlerini yapmalarını istedi. Bu sebeple ben askerliğimi yedek subay öğretmen olarak yaptım.

 

SİVEREK TÜRKÖZÜ İLKOKULU

1960 Yılında Ekim ayında yedek subay öğretmen olarak askerlik yapmak üzere Urfa’nın Siverek kazarına gittim. Orada Türközü İlk Okulunda göreve başladım. İki ders yılı ilkokul öğretmenliği yaptım. Yazları da Denizli’de askeri eğitim yaptık. Askerliği bu şekilde bitirmiş olduk. Yedek subaylık eğitimi aldık, fakat yedek subaylık yapmadık. 1962 ders yılın başında askerlik dönüşü, İstanbul Çarşamba İmam-Hatip Okulunda Arapça hocası olarak göreve başladım. Askere gitmeden önce 1959–60 ders yılında, ikinci sömestirde aynı okulda görev yapmıştım. Bu görevim bir yarıyıl devam etti. Aynı yıl İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne tayin edildim.

 

İSTANBUL YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ

İki ders yılı süren yedek subay öğretmenlik bitince İstanbul Çarşamba İmam-Hatip Lisesinde Arapça öğretmenliğine başladım.

1959–60 Ders yılında bir ders yılı aynı okulda ders verdikten sonra askere gitmiştim. Askerlik dönüşü yine aynı görevi aynı okulda sürdürmeye başladım.

Bu arada Fındıklı’da bir ilkokulunun çatı katında faaliyetini sürdüren İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde hoca olmak üzere teşebbüse geçtim. O günlerde Yüksek İslam Enstitüsü Müdürü Ahmet Davutoğlu idi. Bilindiği üzere o sırada Başbakan İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakını da Şevket Raşit Hatipoğlu idi.

İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne Arapça hocası tayin edilmem için Enstitü Müdürü Ahmet Davutoğlu’na bir dilekçe verdim. Müdür dilekçemi Milli Eğitim Bakanlığına havale etti.

İstanbul’da bazı kimseler, Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’nu çok iyi tanıyan ve Ankara Avcılar Kulübü başkanı olan Rüstem Bozyel’i tavsiye ettiler. Ben Ankara’ya gittim bu zatı buldum. O da beni aldı Bakana götürdü. Rüstem Bey Bakanın yakın dostu imiş. Bakan bekletmeden bizi kabul etti. Sayın Şevket Raşit Hatipoğlu benim evrakımı yeniden Talim Terbiye Kuruluna havale etti. Yeniden diyorum. Zira daha önce Talim ve Terbiye Kurulu benim diplomalarımın denkliğini kabul etmemişti.

Ben Ankara’da birkaç gün kaldım. Sonra Rüstem Bozyel ile beraber tekrar Bakana gittik. Bakan bizi kabul etti. Talim ve Terbiye Kurulundan gelen cevap menfi idi. Bakan buna üzüldü. Benden hakkımda yeterli bilgili aldıktan sonra “Sen Mısır’da yedi sene kalmışsın. Arapçayı biliyorsun. Elinde hem üniversite diploması var hem de master diploması. Bu sebeple ben seni yetkime dayanarak İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne E Cetvelinden Arapça hocası tayin ediyorum. Hayırlı olsun” dedi.

Böylece ben 1962-63 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne E Cetvelinden Arapça hocası tayin edildim. 1959 ders yılında açılan Enstitü 1962-63 ders yılında dördüncü ders yılına gelmişti. O sene mezun verdi. 1962-63 ders yılında son sınıfın Arap Dili ve Edebiyatı derslerine girdim ve böylece Enstitünün ilk mezunlarının hocası oldum. Hatırladığım kadarıyla son sınıf öğrencilerinden bazıları şunlardır.

Hayrettin Karaman

Bekir Topaloğlu

Mehmet Eroğlu

İsmail Karaçam

Tayyar Altıkulaç

Adil Dilekçi …..

 

ŞEVKET RAŞİT HATİPOĞLU

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan İnönü hükümetinde Milli Eğitim Bakanı olan Şevket Raşit Hatipoğlu, gençliğimde tanıdığım en değerli devlet adamlarından biri idi. Halk Partili olmasına rağmen manevi değerlere saygısı ve inancı olan bir zat idi. Kendisini, Ankara Avcılar Kulübü başkanı sayın Rüstem Bozyel vasıtasıyla tanıdım. Beni, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne hoca tayin ettikten sonra görüşmelerimiz devam etti. Kendisini sıkça ziyaret ediyordum. Bu ziyaretleri Rüstem Bey’le beraber yapıyorduk. Zira Rüstem Bey onun çok samimi bir dostu idi.

Bir gün Bakanı makamında ziyaret etmiştik. Tam o sırada Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri, Erzurum İmam-Hatip Lisesi Müdürü ile ilgili olarak Bakanın aleyhinde yazıyorlardı. Bakan aynen şöyle dedi:

“Bu gazeteler beşinci koldur. Bir gün bunların beşinci kol olduklarını millî ve manevî değerleri küçümsediklerini, din düşmanlarını ve solcuları desteklediklerini halkın önünde haykıracağım…”

 

 

HASAN ÂLİ YÜCEL – SEVKET RAŞİT HATİPOLU

27 Mayıstan sonra devlet idaresini ele geçiren ihtilalciler, Hasan Âli Yücel’i İmam Hatip Okullarının aleyhinde bir rapor hazırlaması için görevlendirdi. Hasan Âli Yücel iki arkadaşıyla birlikte, İstanbul Çarşamba’daki İmam Hatip Lisesine geldi. On beş gün çalıştı ve bir rapor hazırladı. Adı geçen rapor, İnönü Başbakan olunca kedisine sunuldu. O da bu rapora dayanarak zamanın  Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’ndan İmam-Hatip Okullarının kapatılmasını istedi. Hasan Âli Yücel, İmam-Hatip Lisesine geldiği sırada ben orada öğretmen idim. Hasan âli Yücel ile birkaç defa görüştüm. Zira o kendisi Öğretmenlerle defalarca ayrı ayrı görüştü. Bu görüşmelerde imam hatip okullarına ihtiyaç olmdığını anlatmağa  çalıştı.

Sayın Şevket Raşit Hatipoğlu bu talebi yerine getirmeyi kabul etmedi ve istifa etmeye karar verdi. Tam o sırada yani 1964 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne bir yer aranıyordu. Sayın Şevket Raşit Hatipoğlu 500.000 TL lik bir çekle özel adamını gönderdi: “On beş gün sonra istifa edeceğim. Hemen bir yer bulup alın ben ayrılmadan onaylayayım” dedi.

Bunun üzerine harekete geçildi. Şu anda Bağlarbaşı’nda İlahiyat Fakültesinin bulunduğu yer alındı. Bu yer vakıflara ait idi. Bu yerin bulunup alınmasında Türk Musikisi Hocası Halil Can Bey’in çok büyük emeği olmuştur. Neticede bu yer alındı ve Bakan istifa etti.

Şevket Raşit Hatipoğlu Halk Partisinden ayrılarak Feyzioğlu ile beraber Güven Partisini kurdular. 65 seçimlerinde ben oyumu Şevket Raşit Hatipoğlu Bey’e verdim ama, Güven Partisi kazanamadı.

Allah Rahmet eylesin…

 

 

İSTANBUL YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ

Enstitü, 1959 yılında Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından Çarşamba İmam-Hatip Okulunda açıldı. Bir sınıf olarak açıldığı için dersler okulun konferans salonunda yapılırdı. Daha sonra Fındıklı’daki  ilkokulun çatı katına taşında. Bendeniz de asker dönüşü 1962-63 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne tayin edildim. Rahmetli Mimar Ömer Kirazoğlu ile beraber aynı tarihlerde tayin edildik. Ömer Bey sanat tarihi hocasıydı.

Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulunun çatı katında 1966 senesine kadar tedrisata devam eden İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, 1966–67 ders yılından itibaren Bağlarbaşı’ndaki yerine geçti. Şu anda Marmara Üniversitesine bağlı İlahiyat Fakültesi olarak hizmetine devam etmektedir. Fındıklı döneminde Enstitü müdürü Ahmet Davutoğlu hoca idi. Sonra Nihat Çetin Hoca müdür oldu. Sonra Salih Tuğ ve Bekir Kütükoğlu daha sonra Zeki…. Bey müdürlük yaptı. Zeki Beyden sonra Nuri Ünlü, ondan sonra da Ali Özek müdür oldu ve Ali Özek’ten sonra Saim Yeprem zamanında Fakülte oldu.

 

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ

1962’de askerliği bitirince bir taraftan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde öğretmenliğe devam ederken diğer yandan da Üniversiteye devam ederek Türkiye’de geçerli bir diplomaya sahip olmak istedim. Bu sebeple Üniversite giriş imtihanlarına katıldım. Ve Edebiyat Fakültesi Arap Fars Filolojisi bölümünü kazandım. Orada dört sene okuduktan sonra 1966 yılında Arap Fars Bölümünü bitirdim Aynı sene doktora bölümüne kaydoldum. 1973 yılında Doktor unvanını aldım.

1966 yılına kadar İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde E Cetvelinden Arap Dili ve Edebiyatı hocalığına devam ettim. 1966’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirince kadrolu öğretmenliğe geçtim.

 

BİR RAPOR HİKAYESİ

1966 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun olunca kadrolu memuriyete geçmek için müracaat ettim. O günlerde kadrolu öğretmen olabilmek için heyet raporu gerekiyordu. Bu sebeple heyet raporu almak üzere Haseki Hastahanesine müracaat ettim. Mevsim yaz ve Ağustos ayı idi. Usulü dairesinde muayene olmak üzere gerekli birimlere gözüküyordum. Sıra göz muayenesine geldi. Muayene odasında orta yaşlı bir doktor vardı. Uzaktan şöyle bir baktı “Senin gözünde trahom var. Sen öğretmen olamazsın. Gözünü tedavi ettirmeyen bir kişi nasıl öğretmenlik yapar. Çık dışarı” dedi. Ben itiraz etmek istedimse de kabul etmedi.

Bir hafta sonra rapor çıktı. Benim raporda “Gözünde trahom var. Öğretmenlik yapamaz.” Diyordu. Dünyalar başıma yıkıldı Ne yapmalıydım.

İşin aslına bakarsan benim gözlerim yaz mevsiminde kanlanır ve çapaklanırdı. Ama bu kesinlikle trahom değildi.

“Öğretmenlik yapamaz” raporunu aldıktan sonra Haseki hastanesinden çıktım. O anda hatırıma geldi.Dr. İsmail Niyazi Bey’in yanında dahiliye mütehassısı Dr. Kadıoğlu ile tanışmıştım. Bana kart vermiş ve davet etmişti. Yazıhanesi de Aksaray’da idi. Haseki’den yürüyerek Dr. Kadıoğlu’nun muayene hanesine geldim. Doktor da yerinde idi. Kendisine durumu anlattım. Beni teselli etti. “Önemli olan senin sıhhatindir. Gözünü tedavi ettirmen gerekir. Sonra yine öğretmen olursun” dedi. Düşündü ve:”Bu trahom olmayabilir ama trahom arazı gösteriyor. Ben seni iyi bir göz doktoruna göndereyim. O bir baksın” dedi. Beni Haydar Paşa Numune Hastahanesinde çalışan Dr. Adil Bey’e gönderdi.

Ertesi gün raporu aldım doğruca Dr. Adil Manzakoğlu Bey’e gittim. Haydarpaşa Numune Hastanesinde genç bir doktordu. Almanya’da ihtisas yapmış, mesleğinin ehli, bilgili ve görgülü hoş bir doktordu. Raporu aldı. Okudu ve beni muayene etti. “Bu senin gözündeki hastalık trahom değil. Fakat trahom arazı gösteren bir görüntü. Şimdi bu raporu yırt. Yeniden bize müracaat et. Biz seni burada sıkıca bir muayene edelim ve sana sağlam raporu verelim. Yalnız seni iyi bir kontrolden geçirelim” dedi.

Ben hastahaneye birkaç defa gittim. Heyet raporu için gerekli birimleri dolaştım. Dr. Adil Bey bir gün beni çağırdı. Beş kişilik bir heyet birim başkanları ile birlikte muayene ettiler. Gözüme çok fazla yakan bir ilaç damlattılar ve sonunda gözümdeki arazın trahom olmadığına, güneş ve ışıktan kaynaklanan bir alerji olduğuna karar verdiler. Başkanları şu anda ismi hatırama gelemeyen bir kadın profesör idi.

Sağlam raporunu aldım. Ve öğretmen oldum. Bu vesileyle Dr. Adil Manzakoğlu ile ahbap olduk. Bundan sonra hep benim ve ailemin doktoru oldu.

Dr. Adil Manzakoğlu bana bir güneş gözlüğü verdi. Bu senin gözün fazla ışık ve güneşe karşı hassastır. Devamlı güneş gözlüğü kullanman gerekir, dedi. Ben de o günden itibaren hep güneş gözlüğü kullanırım.

Mesela güneşli bir günde bir gün güneş gözlüğü kullanmasam o akşam gözlerim hastalanır. Daha önce ben bunu çok çektim. Özellikle yaz aylarında hep gözlerim kanlanır çapaklanır ve kaşınırdı. Geceleri ağrırdı. Bunun sebebi güneş ve ışık imiş.

Allah’a şükür 1966 yılından bu yana yani 2006 yılına kadar gözümden bir şikâyetim olmadı.

Derler ya “Her şeyde bir hayır vardır.” Gerçekten bu söz çok doğrudur. Haseki hastanesindeki o doktor bana nenfi rapor vermeseydi; belki de ben gözümdeki sıkıntıyı, daha önce olduğu gibi devamlı yaşayacaktım.

 

MAAŞLI ÖĞRETMENLİK

1966 yılında maaşlı kadrolu öğretmen oldum. Daha önce E cetvelinde çalışırken 700 TL maaş alıyordum. Kadrolu memur olunca elime geçen para 450 liraya düştü. Ama E cetvelinde emeklilik hakkı yoktu.

 

İSTABUL   YÜKSEK   İSLAM  EMSTİTÜSÜNDE 

1962-63 ders  yılında Enstitü’ye Arap Dili ve Edebiyatı hocası olarak tayin edildim. Bu vazife benim, bir yüksek okulda aldığım ilk hocalık görevimdir. İstanbul Yüksek İslam Enstitü açılalı dört sene olmuştu. O sırada Müdür olan Ahmet Davutoğlu hoca  bana, dördüncü sınıfın Arap Dili ve Edebiyatı dersini verdi. Bu sebeple   son sınıfın yani mezuniyet sınıfının derslerini okuttum.  O devirde son sınıf öğrencilerinin hemen hepsi daha önce medreselerde Arapça okumuş, dili ve dinî ilimleri çok iyi bilen kimselerdi. Bunlara ders vermek bir hayli zordu ama Allah’a şükür herhangi bir problem olmadan bu vazifeyi hakkıyla yapmak nasip oldu.

Ben İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne tayin edildiğim sırada Merhum Mimar Ömer Kirazoğlu da  aynı günlerde sanat tarihi hocası olarak vazifeye başlamıştı. Daha sonra beraberce İlahiyat Fakültesi Camii projesini gerçekleştirdik.

Ben göreve başladığım sırada İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, Fındıklı’da Namık Kemal İlkokulu’nun çatı katında bulunuyordu. Enstitü ilk mezunlarını 1962-63 ders yılında verdi. 3 sene orada devam ettikten sonra Enstitü, 1966 yılında Bağlarbaşı’ndaki yerine geçti.

 

İSTANBUL   YÜKSEK   İSLAM   ENSTİTÜSÜ   BAĞLARBAŞI’NDA

                Enstitü, daha önce de söylendiğim gibi Bağlarbaşı’na  1966 ders yılında taşındı. Bu yerin Enstitüye kazandırılması, önceki paragraflarda açıklandığı üzere, 1964 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Şevket Râşit Hatipoğlu’nun gayretleriyle olmuştur.

              Enstitü Bağlarbaşı’na  taşındıktan sonra  ilk müdür Bekir Kütükoğlu idi. Bu zattan sonra bir müddet Salih Tuğ daha sonra Zeki Canan ondan sonra da Nuri Ünlü müdür oldular.

                Milli Eğitim Bakanlığının 1978’de aldığı bir kararla Yüksek İslam Enstitüsü müdürlükleri secimle yapılmaya başladı. 1978 yılında yapılan seçimler neticesinde ben, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne müdür oldum.

                Hatırladığıma göre o sırada Enstitüde 28 hoca vardı. Ben 27 oy aldım. Zira ben oyumu kendime değil başkasına vermiştim. Alınan oy sırasına göre 3 kişinin ismi Ankara’ya gönderildi.  Beni tayin edeceklerini hiç beklemiyordum, zira daha ana iki defa müdürlük teklif edildi ve ben kabul etmedim. Bu sebeple beni tayin etmezler diyordum, fakat tayin edildim.

                 Benim müdürlük yaptığım dönem anarşik dönemdi. Bilindiği gibi Türkiye’de sağ-sol kavgası had safhada idi. Türkiye’de kurtarılmış bölgeler vardı. Daha çok sol örgütler faaliyet gösteriyordu. 1978 yılında  Rus-Afganistan  savaşı başladı. Türkiye’deki Müslümanlar, Ruslara karşı Afganlara yardım etmek için para ve yardım topluyorlardı. İz de imkanlarımız ölçüsünde  bu kampanyaya katıldık. Bilindiği gibi u savaş uzun sürdü sonunda Rusya çekilmek zorunda kaldı. Ne gariptir ki, o gün için dünyanın iki süper gücü Afganistan’da güç denemesi yaptılar, Afganlılar birinin desteğiyle öbürünü yendiler ama sonunda berikinin ağına düştüler. Ruslar çekildikten sonra Afganistan’a Amerika’nın desteği ile Taliban hakim oldu. Taliban’ı idare edenler o kadar akılsız insanlardı ki, hem kendilerine destek veren Amerika’a hem de  inandıklarını iddia ettikleri İslam esaslarına aykırı hareket ettiler. Neticede hem Afganistan’ı kaybettiler hem de yüz binlerce insanın ölümüne veya yurtlarından sürülmelerine sebep oldular. Neydi bunların akılsızlığı?

1 – Taliban’ı   idare edenler on dört asırlık İslam tarihine bakmadan ve yetkili İslam alimlerine danışmadan şeriat devleti kurma hevesine kapıldılar. Ne var ki, bu kişiler idareyi ele geçirince kendi akıllarınca insanları idare edeceklerini sandılar. Taliban’ın düşünceleri tamamen İslam’a ters idi. Bunu anlamadılar. Her şeyden önce Peygamber’in sünnetine aykırı olarak kadınlara akıl almaz baskı uyguladılar. İslam adına İslam’la uzaktan yakından hiçbir alakası olmayan pek çok meseleyi ortaya attılar. Bu tarz davranışlar hem batıyı rahatsız etti hem de İslam ülkelerini. Çünkü yaptıkları işlerin  pek çoğu insanlık dışı idi.

2 – İktidar olmaları için kendilerine destek olan Amerika ile iyi geçinemediler. Amerikayı karşılarına  almamaları gerekirken tam tersini yaptılar. Bu türlü hareketler, yirminci yüz yılda İslam aleminde birkaç defa yaşandı. Mesela Mısır’da Müslüman Kardeşler İhtilalcilerle işbirliği yaparak kral Faruk’u devirdiler. BU çok yanlıştı. Çünkü Kral Faruk Müslüman Kardeşlere destek veriyordu. İhtilalciler Müslüman kardeşlerin gücünden korktukları için onları yanlarına almak istediler. Onların bunu bilmeleri gerekirdi. İhtilalciler İslamî bir devlet kuracaklarını söylediler. Buna  Zira bu ihtilali Amerika yaptırıyordu. Hedef de Orta Doğuda İsrail’i  korumaktı, Çünkü Faruk İsrail’e karşı idi, Müslüman kardaşlari de onun tutuyordu. İşte o gün Müslüman Kardeşleri idare edenler bu incelikleri ya bilmiyorlardı, veya bildikleri halde ihtilalcilere inandılar.

3 – Taliban da aynı hataya düştü tıpkı Saddam Hüseyin gibi.AMERİKA , İran-Irak savaşında Saddam’a yardım etti. Saddam arap aleminde büyük bir güce sahip oldu. Amerika Saddam’dan kurtulmak için onun Kuveyt’i işgaline yeşil ışık yaktı. Sonra da Kuveyt’i kurtarmak maksadıyla Saddam’a saldırdı. Tıpkı bunun gibi  Amerika, Taliban’nın Afganistan’da yaptıklarına önce göz yumdu, sonra da karşı çıktı. Zira Amerika O bölgeye hakim olmak istiyordu. Amerika’ nın oyuncağı olarak hareket eden  Taliban, bu kukla halini görmeyerek onun himayesinde kendi aklı ve anlayışına göre İslam şeriatını uygulayacağını zannediyordu. Bir hadis-şeriflerinde Muhammed Aleyhisselam “ Ahmak mü’minin İslam’a vereceği zararı kafir veremez”  buyurmuştur. Bir başka hadiste “ Gerçek mü’min bir delikten iki defa sokulmaz” buyurulmuştur. Mü’minin daima dikkatli ve tedbirli olması gerekir. Kur’an-ı Kerimde de şöyle buyurulmuştur: “ Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin.(böyle yaparsanız) Allah’a karşı aleyhinize bir delil vermiş olursunuz.” ( Nisa/144).

Batılar, İslam ülkelerini bazı ahmak Müslümanları  kullanarak sömürmüşlerdir. Bu sömürü şimdi de devam etmektedir. Müslümanların batının baskılarından kurtulmaları için biraz daha akıllı ve biraz daha tedbirli olmaları gerekir.

 

YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ

 

1978 yılında başlayan müdürlüğüm dönemi Türkiye’de anarşik bir dönemdi. Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 de ihtilal oldu.

 

 

 

 

 

 

              

 

 

 

 

Benzer Konular

HAYAT VE HATIRATIM

HAYATIM Doğum tarihim 1932’dir. Ancak babamın verdiği bilgiye göre 1927 veya 1928’de doğmuş olmam gerekiyor. Çocukluğunda ilk hatırladığım veya hiç unutamadığım olay, babamın askerden geldiği akşamdır. Babam o devirde üç sene askerlik yapmış. Zira bahriye askerliği 3 sene imiş.

Ali Özek Hoca'nın Hayat ve Hatıratından

Alı Özek Hoca, sık sık Kazakistan'a gidip geliyor; bütün cehd ü gayretini Almatı'da inşası tamamlanan Oku Üniversitesi'nin faaliyete başlamasına ayırmış durumda... Ve Hoca, îmar ve inşâ faaliyetinin hem fizikî hem de zihnî planda sürdürülmesi gerektiğini kendi şahsında simgeleştiren bir örnek... İstanbul Yüksek İslâm'daki devâsâ îmar ve inşâ hizmetlerinden sonra, şimdi Kazakistan'da yapımım organize ettiği beş cami ve üniversite ile "Allah yolunda mücadele"nin bir Ömür boyu sürmesi gerektiğinin nümüne-i imtisalı âdeta...

Hayat ve Hatıralarım

Doğanlar köyünün eski adı DOĞANTAŞ imiş. O devirlerde bölgede DOĞANTAŞ olarak bilinen köy iken daha sonraları Doğanlar Köyü olarak tanınmıştır. Söylendiğine göre eskiden o bölgede bulunan dağlar ormanlık imiş. Kurt, tilki, sansar, porsuk yaban domuzu, tavşan gibi hayvanlar ve kuzgun atmaca, cırık, keklik, cukka, şahin doğan gibi kuşlar bu bölgede bol imiş. Buralar da yaşayan insanlar genellikle avcılıkla meşgul olurlarmış. Doğan kuşuyla avlanma geleneği yaygın imiş. Fakat bu âdet sonraları terkedilmiş ama anıları devam etmektedir.