"ez-Zemahşerî ve Arap lügatçılığındaki yeri"

15 Agustos 2006

 

 

 

"ez-Zemahşerî ve Arap lügatçılığındaki yeri"  

 

 

 

ÖNSÖZ

 

Daha İslâmiyetten önce, lügat hazinesi son derece zengin, gelişmiş, işlek bir sanat dili olarak büyük eserler vermiş bulunan klasik Arapça, İslâm'ın doğuşu ile yeni bir safhaya girmişti.

Kur'ân'ın ve sonra da hadîsin doğru tesbiti, muhâfazası, doğru anlaşılması yolundaki gayretler, önce bunlara bağlı olarak doğan, sonra İslâmî ilimlerin yanında müstakil mevzular hâline gelen bir takım araştırma sahaları açtı. Bunlardan biri dil ve edebiyâta dâir çalışmalardır. Nitekim Kur'ân ve hadîsin, bunların gramer ve lügat bakımından izah unsuru kabul edilen eski edebî yâdigarların dilinin kaideleri incelendi, lügati yapıldı. Bu sebeble Arap edebiyâtında ilk lügatler "ğarîbu'l-Kur'ân", "ğarîbu'l-hadîs" ve benzeri eserlerdir.

H. II./m.VIII. yüzyılın sonlarında artık gramer ve lügat sahalarındaki çalışmalar sağlam temellere oturtulmuş bulunuyordu. Hızla yayılan ve gelişen İslâm medeniyetine bağlı olarak Arapça tabii bir gelişme safhasına girmişti. Eski kelimeler yeni mefhumlar kazanıyor, yeni kelimeler, tabirler ve ıstılahlar doğuyordu. Fakat eski dil âlimleri kesin denilebilecek bir sınır çizerek belli bir devreden sonraki dil malzemesini "fasîh" saymadılar, gramerde ve lügatte bunlara dayanmak, yer vermek istemediler. Bunun neticesi olarak meselâ İbn Manzûr (v. 711/1311)'un Lisânü’l-’arab'ı, ez-Zebîdî (v. 1205/1791)'nin Thacu'l-'arhus'u gibi büyük lügatler bile yazıldıkları devirlerin metinlerini izaha elverişli değildir. Meselâ R. Dozy'nin eseri, bu boşluğun ne derecede büyük olduğunu açıkça gösterir.

İşte ez-Zemahşerî, Arapça’da kelimelerin zamanla çeşitli yollardan kazandıkları yeni mânâları Esâsü’l-belâğa'sında tesbit etmekle, şekil ve tertip bakımından büyük gelişmeler gösteren lügatlerin muhtevasında kalan büyük noksanı ilk defa ve ehemmiyetli ölçüde gidermeğe çalıştı.

Bu çalışmada şahsiyeti, Arap lügatçılığındaki yeri ve bu sahada meydana getirdiği mühim eseri Esâsü’l-belâğa'sı ele alınan Ebu'l-Kâsım Cârullâh Mahmûd b. 'Ömer ez-Zemahşerî (v. 538/1144), şüphesiz İslâm'ın kültür ve medeniyet tarihinde büyük bir yeri olan, özellikle tefsir, hadîs, kelâm, dil ve edebiyât sahalarında temâyüz etmiş büyük bir âlim ve edîbtir. ez-Zemahşerî'nin, başta tefsir olmak üzere zikredilen sahaların bir kısmındaki büyük şahsiyeti ve şöhreti, Arap lügatçılığındaki yerini ve bu mevzuda getirdiği yenilikleri âdetâ gölgede bırakmıştır. İşte onun bu tarafını açık bir şekilde göstermek düşüncesiyle "ez-Zemahşerî ve Arap lügatçılığındaki yeri" ismini taşıyan bu çalışma vücude getirilmiştir.

Bir giriş ve iki bölümden meydana gelen tezin giriş kısmında ez-Zemahşerî'nin yetiştiği çevre olan Hârizm ve dolayları üzerinde durularak İslâm'ın bu beldelere girişinden itibaren h. VI. asra kadar oralarda cereyan eden ve ez-Zemahşerî gibi büyük âlimlerin yetişmesinde tesiri bulunan siyâsî, içtimâî ve ilmî hareketlere kısaca temas edilmiş, bu arada adı geçen bölgede yetişen, müellifimiz ve işlediğimiz mevzu ile ilgisi bulunan bellibaşlı âlimlerden bahsedilmiştir.

Birinci bölümde ez-Zemahşerî'nin hayatı, şahsiyeti, itikadı, hocaları, talebeleri ve eserleri üzerinde durulmuştur.

İkinci bölümde ise Arap filolojisinde lisânî faaliyetler ve Esâsü’l-belâğa ele alınmış, ez-Zemahşerî'den önce yapılan lügat çalışmaları, bunların çeşitleri, her nev'in hususiyeti araştırılmıştır. Tarih sırasına göre ve tipik örnekleri zikredilerek ele alınan bu çalışmaların ortaya koyduğu yenilikler ve sistemler özetlenmiş, bunların arasından Esâsü’l-belâğa muhtelif yönleriyle incelenerek müellifin ve eserinin Arap lügatçılığındaki yeri tesbit edilmeğe çalışılmıştır.

Yine bu bölümün sonunda, bu sahadaki merhalelerin hususiyetlerini aksettirebilecek eserlerden el-Halîl b. Ahmed (v. 170/786)'in Kitâbu’l-’ayn'ı, İbn Düreyd (v. 321/933)'in el-Cemhere'si, el-Ezherî (v. 370/980)'nin Tehzîbü'l-luğa'sı, el-Cevherî (v. 393/1003)'nin Tâcu'l-luğa'sı ve nihayet Esâsü’l-belâğa'dan örnek mâhiyetinde seçilen on maddeye dayanılarak adı geçen lügatların çeşitli yönlerden bir mukâyesesi yapılmış, varılan neticelerin bir kısmı ayrıca cedveller hâlinde sunulmuş, ayrıca bu on madde adı geçen lügatlerden aynen alınarak tezin sonuna eklenmiştir.

Bu çalışmayı yöneten muhterem hocam Prof. Dr. Nihad M. Çetin Bey'e, ayrıca bazı müşkillerin hallinde yardımlarını esirgemeyen muhterem Prof. Muhammed Tancî ve Bekir Sadak Beylere şükranlarımı arz ederim[1].

 

[1] Bu eser 1973 yılında İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde yapılan doktora tezi çalışması olup, İngilizce özet ile bibliyografyanın sona alınması ile sona özgeçmiş ilavesinin dışında metinde başka bir değişiklik yapılmamış ve tezde kullanılan transkıripsiyon işaretleri kullanılmamıştır.

 

 

ez-ZEMAHŞERÎ’NİN YETİŞTİĞİ ÇEVRE

HÂRİZM ve DOLAYLARI

 

GİRİŞ

Büyük dil ve edebiyât âlimi ez-Zemahşerî’nin şahsiyetinin tetkikinde, önce yetiştiği devr ve muhîti ele almak faydalı olacaktır. Bu bakımdan yetiştiği bölge, oradaki içtimâî hayat, iktisâdî ve siyâsî vaziyet, ilmî hareketler özellikle ez-Zemahşerî’nin yaşadığı asra kadar kısaca gözden geçirilecektir.

İslâmiyet yayılmağa başladığı sırada Orta Asya’nın Ceyhun[1] nehri kıyılarında beş eyâlet vardı: Bellibaşlı merkezleri Buhârâ ve Semerkant olan Soğd[2], Soğd’un batısına düşen ve sonradan Hîve denen Hârizm[3], Sâğâniyân[4], Fargâna[5], ve bugünkü adı Taşkent olan Şâş[6].

Kuteybe b. Müslim el-Bâhilî (v. 96/715) kumandasındaki Emevî ordusu bu bölgeyi hicrî 93/713 senesinde fethetti[7]. Fetihten sonra bu bölge, İslâm kültürünün o zaman için mühim merkezlerinden biri, Ebû Hâtim, Muhammed b. İdrîs er-Râzî (v. 277/89), Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (v. 313/928), ez-Zemahşerî (v. 538/1144), Fahruddîn Muhammed b. 'Ömer er-Râzî (606/1210), Nâsır b. 'Abdisseyyid el-Mutarrızî (v. 610/121), Ebû Ya'kûb Yûsuf b. Ebî Bekr es-Sekkâkî (v. 625/1229), gibi büyük âlimlerin yetişeceği bir ilim muhîti hâline geldi.

Eski kaynaklarda adı Meşrık[8] olarak geçen bu bölgenin coğrafî durumu, umumiyetle çöl manzarası arzeden, kışları fazla soğuk geçen, buna mukâbil Amu-Derya'nın havzasındaki işlenmeğe müsâit arazisiyle temâyüz eden bir ülkedir.[9]

ez-Zemahşerî'nin yaşadığı V. ve VI. asırlarda bölgede çok gelişmiş yerleşme merkezleri vardı. Merv, Belh, Nîsâbûr, Horasan, Sicistân, Herât, Tûs, Nesâ, Ebîverd, Serahs, Cürcân, bölgenin mühim şehirlerindendi.

Cârullâl Mahmûd b. 'Ömer'in nisbet edildiği Zemahşer, bölgeye adını veren Hârizm'in yakınında bir köy iken, Cemâleddîn 'Alî b. Yûsuf el-Kıftî (v. 646/1248)'nin anlattığına göre, zamanla Hârizm şehri büyümüş ve Zemahşer onun bir mahallesi olmuştur[10].

İktisâdî yönden hayli gelişmiş olan Hârizm'de yaşayan insanlar arasında din, akîde ve mezheb farklarına da rastlanıyordu. Bölgede çok sayıda yahudî, az miktarda hristiyan vardı. Horasânlılar umumiyetle ehlisünnetti. Bununla beraber Hz. Ali'nin çocukları orada yüksek itibara sahipti. Bu sebeble bölgede şiîler oldukça çoktu. Sicistân ve Herât dolaylarında hâricîler fazla idi. Nîsâbûr'da mutezileye rastlanırsa da ilk zamanlarda bunların fazla tesirleri yoktu. Sonradan mutezile Hârizm ve dolaylarına tamamen yayıldı.

Amelî mezhebler bakımından bütün bölgede hanefîler ekseriyette idi. Sicistân ve Serahs'da Şâfiîler de vardı. Şîa ile Kerrâmiyye, hanefîlerle şâfiîler arasında bazen mezheb taassubu sebebiyle çatışmalar vuku' bulur, kanlar dökülür, fakat sultan araya girer ve tarafları teskin ederdi[11].

ez-Zemahşerî'nin koyu bir mûtezilî olması sebebiyle burada itizal mezhebine ve şiîliğe ayrıca yer vermek gerekiyor. Halkının ekseriyeti şiî olan Irak, Fâris, Horasân ve Mâverâünnehr'de mûtezile mezhebine mensup kimseler oldukça fazla idi. 332/943 senesinde Büveyhîler devleti kurulduktan sonra mûtezilenin sesi duyulmağa başlandı. Çünkü siyasî hâkimiyeti ellerine geçiren Büveyhîler, halkının çoğu ehlisünnet olan bu memleketlerde önce şiîliği yaydılar. Mu'ızzuddevle el-Büveyhî, 353/963 senesinde Hz. Hüseyin'in ölüm günü olan 10 Muharrem'de mâtem tutmak üzere halkın toplanmasını emretti. O gün dükkanlar kapandı, kadınlar Kerbelâ şehidi için siyah elbiseler giydiler, yüzlerine karalar sürdüler, sokaklara dökülerek saçlarını, başlarını yoldular, dövüne dövüne dolaştılar[12].

Sonra Mu'ızzuddele, Zilhicce'nin 18’inde Ğadîr bayramı[13] için şenlikler yapılmasını emretti. Hicrî 367 senesinden vefatına kadar Fahruddîn el-Büveyhî'nin vezirliğini yapan es-Sâhîb b. 'Abbâd (v. 385/995), onların büyük yardımcılarındandı. İbn 'Abbâd mûtezileye yakınlık gösterdi, mûtezilî olanları yüksek mevki ve makamlara getirmeyi tercih etti[14]. es-Sâhîb b. 'Abbâd'ın bu şekilde mutezileyi tutması sebebiyle mûtezile Hârizm ve dolaylarında yayıldı ve yerleşti. Bunun neticesinde oradaki şiîlerin çoğu mûtezilî oldu, bu meyanda şiî fakihlerin ekseriyeti itizâl akîdesini benimsedi[15].

Hârizm ve dolaylarında mûtezilî âlimler pek çoktu. Meselâ el-Ka'bî nâmıyla mâruf Ebu'l-Kâsım 'Abdullâh b. Ahmed el-Belhî (v. 319/931), Hârizm yakınlarında yetişen mûtezilî âlimlerindendir. İbn Hazm'in el-Fısal'inde zikrettiğine göre, mûtezile fırkasının riyâseti önce ona, sonra Ebu 'Alî el-Cübbâî (v. 303/915)'ye, daha sonra Ebu Bekr b. İhşîd (v. 326/938)'e geçmişti. el-Belhî, mûtezile fırkalarından birinin reisi olarak Nesef'e gelince, el-Hâfız 'Abdulmü'min b. Halef hâric, Nesefliler ona izzet ve ikramda bulundular. El-Belhîye tâbi olan fırkaya İbnü'n-Nedîm[16], belhîyye, eş-Şehristânî ise Ka'biyye[17], der. Ebû Hayyân et-Tevhîdî (v. 380/990'da sağ idi), Ebu'l-Kâsım 'Abdullâh b. Ahmed el-Belhî'nin âlim, itimada şâyan bir râvî olduğunu söyler[18].

el-Mütevekkil'in 332/846 senesinde Abbâsî halifesi oluşundan itibâren mûtezilenin yıldızı sönmeğe başlamıştır. Zira el-Mütevekkil mûtezilîlere sert davranmış, bu fırkaya mensup kadıları azletmiş, mallarına el koymuş, adamlarının pek çoğunu tutuklamış, bu yüzden mûtezile taraftarları halkın gözünden düşmüştür.

İbn Hallikân'ın anlattığına göre, el-Mütevekkil'in iktidara gelmesiyle mûtezilîler sahneden çekilmeğe başladılar ve Ebu'l-Hasen el-Eş'arî (v. 330/943)'nin zuhuru ile daha da zayıfladılar. Çünkü önceleri mûtezilî olan el-Eş'arî, sonra bu fırkadan ayrılmış, onlara karşı cephe almış, mûtezileye âit görüşlerin bir çoğunu çürütmüştür. Zira el-Eş'arî, ehlisünnet ile mûtezile arasında vasat bir yol tuttu. Ne ehlisünnet gibi sâde nakla, ne de mûtezile gibi sâdece akla dayandı. Ebû Bekr es-Sayrefî (v. 330/941), bu hususta "Her iki taraf da kendi mezhebine aşırı derecede bağlanıp başkalarına karşı benlik taslıyorlardı. Allah el-Eş'arî'yi gönderdi, onları ezip sindirdi."[19], der.

O devirlerde Irak havâlisinde durum böyle olduğu halde, Hârizm mûtezile ile dolup taşmakta idi. Mûtezilî olmayan bir Hârizmli bulmak zordu[20]. ez-Zemahşerî'ye göre, mûtezilî olmak o devirde Hârizmlilerin en büyük faziletlerinden sayılıyordu[21]. O bu hükmünde haklıydı, çünkü mûtezilenin fikirleri Hârizmliler arasında tamamen yayılmış, halkın kâhir ekseriyeti mûtezilî olmuştu. Hatta halk tabakası bile Kur'ân'ın mahlûk olduğuna inanıyordu[22]. İşte müellifimiz böyle bir vasatta yetiştiği ve mûtezilî üstatlardan ders aldığı için koyu bir mûtezilî olmuştur.

Hârizm ve civarında siyasî vaziyet: Hicrî 93 (milâdî 713) senesinde müslümanlar tarafından fethedilen bu mıntıka, bir müddet Arap hâkimiyetine boyun eğmiş, sonra siyâsî idare, ez-Zemahşerî'nin yaşadığı asrın sonuna kadar arka arkaya gelen üç devletin eline geçmiştir.

Bunlardan birincisi, 261-389/874-999 seneleri arasında hüküm süren Sâmânîler Devleti’dir. Belh'te ortaya çıkan ve Buhârâ'yı başkent yapan Sâmânîler, yükselme devirlerinde İslâm ülkelerinin şarkında hâkimiyeti ellerine aldılar. Sonra durumları zayıfladı ve idareleri sâdece Mâverâünnehr'e münhasır kaldı. Sâmânîler İran edebiyatının gelişmesini teşvik ettiler. Devletin resmî dili Farsça idi. Bununla beraber saraylarına Farsça yazan edîb ve şâirleri aldıkları gibi Arapça yazan âlim ve san'atkarları da topladılar. Başkentleri Buhârâ pek çok âlim ve şâirin barınağı olmuştu[23]. Nihâyet hicrî 389 senesinde Mahmûd b. Sebuktekin el-Gaznevî (v. 421/1030), Sâmânîler devletini ortadan kaldırdı[24].

İkincisi, 429-553/1037-1157 seneleri arasında hükümrân olan Büyük Selçuklu Devleti’dir. Selçuklular, Hârizm'i hicrî 434 senesinde aldılar. Sonra ülkelerine Horasân, Rey, Isfahân ve Âzerbaycân'ı ilhak ettiler. O sıralarda Büveyhîlerin Bağdad'daki nüfuzu zayıflamıştı. Tuğrul Bey (v. 455/1063), Bağdad üzerine yürüdü. Herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan 434 senesinde Bağdad'a girdi. Bu tarihten itibaren Irak ve Mâverâünnehr Selçuklu hâkimiyetine girdi.

Selçuklu Devleti’nin târihinde dâima ez-Zemahşerî'nin memduhu ünlü devlet adamı Nizâmülmülk (v. 485/1052)'ün adı geçer. İlk olarak Alpaslan, sonra oğlu Melikşah tarafından vezir seçilen Nizâmülmülk, pek çok ıslâhata ve faydalı işlere girişmiş, onun yardımıyla nüfûzu etrafa yayılan Melikşah'ın adı, Şam'dan Çin'e kadar uzanan ülkelerin minberlerinde okunmuş, devrinde ilim ve edebiyât gelişmiş, memleketin her tarafında medreseler ve hastahaneler yapılmıştı[25]. Nizâmülmülk, hicrî 485 senesinde öldürüldü. Bir ay kadar sonra da hükümdar Melikşah öldü. Böylece Selçukluların güneşi battı. Hânedanın ileri gelenleri arasında ayrılıklar, anlaşmazlıklar çıktı. Herkes kendine bir pay çıkarmak için kılıca sarıldı. Bunların sonucu olarak Selçuklu Devleti yıkıldı, o esnada Hârizmşahlar zuhur etti ve Selçukluların mülküne sahip çıktı[26].

Selçuklu sultanlarından ez-Zemahşerî'nin muasırları şunlardır: Celâlüddîn Ebu'l-Feth Melikşah (465-485/1072-1092), Nâsıruddîn Mahmud (485-487/1092-1094), Rüknüddîn Ebu'l-Muzaffer Berkyaruk (487-498/1094-1104), Rüknüddîn Melikşah II (498-498/1104-1105), Ğıyâsüddîn Ebû Şucâ' Mahmûd (498-511/1105-1117), Mu'ızzüddîn Ebu'l-Hâris Sencer (511-522/1117-1128).

Üçüncüsü, 491-628/1097-1230 seneleri arasında hükmeden Hârizmşahlar Devleti’dir[27]. Hârizm'de zuhur ettikleri için bu adı olan Hârizmşahlar önce Hârizm'de bir emirlik olarak kurulmuş, sonra yavaş yavaş gelişmiştir. Bu devlet, gelişmesi esnasında bihhassa gitgide zayıflayan Selçukluların durumundan istifâde etmiş, sonunda onların hâkimiyeti altında bulunan ülkeleri kendi hükmü altına almıştır. Selçuklulara ve bölgedeki diğer emîrliklere karşı kazandığı zaferlerden sonra büyük bir İslâm deleti kurmayı tasarlayan Hârizmşahlar Deleti, Tökiş'in yerine geçen 'Alâ'uddîn Muhammed (v. 602/1205) zamanında, Bağdâd'ı işgal etmek gayesiyle 614/1217 senesinde hazırlıklarına başlamıştı. Abbâsî halifesi Nâsır Lidînillâh ise mukâvemet tedbirlerine baş vurdu. Fakat bilhassa doğudaki Moğol istilâsı sebebiyle bu düşünce tahakkuk etmedi ve Hârizmşahlar Devleti Moğol istilâsı sonucu ortadan kalktı. Hârizmşahlardan ez-Zemahşerî'nin muhasırları şunlardır: Anûs-Tigin (veya Nûs-Tigin) (470-490/1077-1097), Kutbuddîn Muhammed (490-521/1097-1127), Atsız (521-551/1127-1156).

[1]     Mu’cemü’l-büldân, II, 196-97; İA, I, 419-426 (Z. V. Togan), III, 129-132 (A. Cour).

[2]     Mu’cemü’l-büldân, III, 222-23; İA, X, 73637 (W. Barthold). Soğd’u Yâkût “Soğd” olarak da zikreder (bk. Mu’cemü’l-büldân, III, 409-410).

[3]     Mu’cemü’l-büldân, II, 395-98; İA, V/1, 240-257 426 (Z. V. Togan).

[4]     Mu’cemü’l-büldân, III, 409-410.

[5]     Ayn. Es., IV, 258; İA, IV, 558-565 (W. Barthold).

[6]     Mu’cemü’l-büldân, III, 308-309.

[7]     Târîhu’t-Taberî, VIII, 83.

[8]     Sâmânîler (261-398/874-998) zamanında Horasân ve Mâcerâü’n-nehr’e Maşrık denilirdi. Yâkût’un Mu’cemü’l-büldân (I/54)’da verdiği malumata göre, Maşrık Mağrıb’ın zıddıdır. Diğer bir izaha nazaran Maşrık Asya demektir. Yâkût’un ayrıca işaret ettiğine göre, Maşrık ve Mağrıb, Mısırlılara mahsus tâbirlerdir. Onlar memleketlerinin batısında kalan ülkelere Mağrıb, doğu tarafında kalan ülkelere de Çin’e kadar Maşrık demişlerdir.

[9]     Mu’cemü’l-büldân, III, 196-97; Vefeyât, IV, 255; İA, V/1, 240-257 (Z. V. Togan).

[10]    İnbâh, III, 265.

[11]    Ahsenü’t-tekâsîm, s. 323.

[12]    Ez-Zemahşerî, s. 22-23; İA, VIII, 506.

[13]    Ğadîr, yer adıdır. Bu ismi taşıyan veya ismi bu kelime ile başlayan bir terkipten müteşekkil yerler vardır. Nitekim bu bayrama adını veren Ğadîr Humm, bunlardan biridir. Ğadîr Humm, Cuhfe’den üç mil uzakta, Mekke ile Medine arasında bir yerdir. Ğadîr’de bol su ve etrafında bahçeler vardır. (Mu‘cemü’lbuldan, II, 471, III, 777). Şiîler, Berâ’ b. ‘azîb’den şöyle bir rivayette bulunurlar: “Bir yolculukta Ressûlullah (s.a.v.) ile beraberdim. Ğadîr Humm’daki sık ağaçlar arasında bir yerin temizlenmesini emretti. Sonra namaz vaktinin girdiği duyuruldu. Öğle namazını kıldık. Sonra Peygamber, ‘Ali b. Ebî Tâlib’in elinden tuttu ve şöyle dedi: Benim her müslümana canından daha yakın olduğumu biliyor musunuz? Biz “evet” dedik. O zaman şöyle buyurdu: Ben kimin mevlâsı(efendisi) isem, ‘Ali de onun mevlâsıdır. Ey Allahım! Onu seveni sev. Ona düşmanlık edeni perişan et. Ona yardım edeni koru, düşmanlık edeni alçalt. Nerede bulunursa ona hakkı refik eyle. Biliniz ki, ben bunu tebliğ etmiş bulunuyorum.” Son sözü üç defa tekrarladı”. Şiîler bugünü bayram edindiler. Ğadîr Humm’u ilk defa bayram ilân eden, yukarıda geçtiği gibi Mu‘ızzuddevle el-Büveyhî’dir. Sonra Fâtımîler de o günü 362 senesinden itibaren bayram olarak kutlamaya devam ettiler.(Bu husus için bkz. El-Milel ve’n-nihal, I, 144).

[14]    İrşâd, VI, 225.

[15]    Ahsenü't-tekâsîm, s. 395, 439.

[16]    Lisânü'l-mîzân, III, 255.—İbn Hacer'in İbnü'n-Nedîm'den naklettiği bu malumat, el-Fihrist'de bulunamamıştır.

[17]    el-Milel ve'n-Nihal, I, 73.

[18]    el-Basâ'ir ve'z-zehâ'ir, I, 143.

[19]    Vefeyât, II, 447 (Bulak tab‘ı.

[20]    İrşâd, XI, 238.

[21]    Rebî'u'l-ebrâr, s. 27b.

[22]    Ahsenü't-tekâsîm, s. 395, 415.

[23]    Vefeyât, I, 245; İslâm Medeniyeti Târihi, terceme, s. 47.

[24]    Sâmânîler için bk. İA, X, 140-143 (v.F. üchner).

[25]    İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, X, 26, 71.

[26]    Selçuklular için bk. İA, X, 353-416 (İ. Kafesoğlu).

[27]    Bu devlet için bk. İA, V/1, 265-296 (M. F. Köprülü)

 

.............................

Eserin tamamı160 sayfadır. Burada ilk 16 sayfa verilmiştir. 87. sayfadan sonrası Arapça'dır.

Benzer Konular

ÇAĞIMIZIN AHLAK BUNALIMI VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

24-26 Nisan 2009 / İstanbul Topkapı-Eresin Hotel'de İslami İlimler Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilen Çağımızın Ahlâk Bunalımı ve Çözüm Arayışları konulu Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı açılış konuşmasının Türkçe ve İngilizce metinlerinin tamamı için TIKLAYLINIZ.

HARAM KAZANÇ

Deriz ki, haram mal veya haramlardan gelen bir kazançla kurban kesilir. Zira kurban bir hayırdır, bir sadakadır. Bu konuda genel kaide, haram yerden elde edilen mal vs. mümkünse sahibine iade edilir. Şayet sahibi bilinmiyorsa sadaka olarak verilir. Devlete intikal ederse o da sadaka sayılır. Zira devlet amme hizmeti görmektedir. Haram karışan veya haram şüphesi taşıyan mallardan şüphe edilen miktarın hayra verilmesiyle o mal temizlenmiş olur. Verilmemiş zekâtlar da ana sermaye içinde haram mal gibidir. Zira zekât miktarı kadar mal başkasına aittir.

İBADET ve MÜESSESE OLARAK ZEKAT

Giriş, Zekat ve sadakanın manası, fakirlik problemi, zekatın tarihçesi, zekatın dindeki yeri, müessese olarak zekat, Zekat mükellefleri, zekata tabi mallar, zekatı farz olan malın şartları, Zekata tabi mallar, Zekatın sarf yerleri ve teslim usulü, Zekatın toplanması ve dağıtımı Fert ve cemiyet hayatında zekatın yeri ve önemi, Fıtır sadakası ve zekatın dışındaki mali mükellefiyetler bu eserde ele alınmıştır.