İSLAM VE DEMOKRASİ TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI

15 Nisan 2010

İSLAM VE DEMOKRASİ TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI

 

Prof. Dr. Ali ÖZEK (ISAV Bşk.)

 

 

Sayın Başkan, değerli ilim adamları ve konuklar!

 

 

İlmî araştırmalar yapmak ve yaptırmak ve bu yoldan araştırı­cı âlimler yetiştirmek gayesiyle kurulmuş bulunan İSAV, bugüne kadar millî ve milletlerarası 57 tane Tartışmalı İlmî Toplantı yap­mış ve bunların ürünlerini kitap hâline getirmiştir. Şu anda yap­makta olduğumuz toplantı, beşinci Uluslararası Tartışmalı İlmî Toplantıdır. Bu toplantının konusu İslâm ve Demokrasidir.

Neden İslâm ve Demokrasi?

Bilindiği üzere İslâm bir dinin adıdır. Kuranda "Allah katın­da din İslâm'dır" (3/19) denilmiştir. Demokrasi ise genel anlamda halkın kendini yönetmesi demektir. İslâm'ın yönetim anlayışıyla demokrasinin yönetim anlayışı arasında şekil ve muhteva olarak benzerlikler vardır. En önemlisi, yöneticinin oyla seçilmesidir. Özellikle son iki asırda, insanlar arasında dinle dünyayı ayırma, millet idaresinde dinî kaide ve kanunları devre dışı bırakma çaba­ları görülmektedir. Bu mümkün müdür?

Kanaatimce hayır. Çünkü devleti oluşturan kişileri dinden so­yutlamak mümkün olamadığı gibi, halkı da inançlarından soyut­lamak mümkün değildir. Zira, insandaki inanma duygusunu yok etmek imkânsızdır. Nitekim, komünizm de dahil olmak üzere şim­diye kadarki denemeler başarılı olmamıştır. Sebebi de, insanın bizzat kendisidir. Bilindiği gibi insan kendisini boşlukta bıraka­maz. O halde dinle dünyayı birlikte ele alacak, inananla inanma­yanın bir arada yaşamasına imkân sağlayacak bir sistem geliştir­mek zorundayız.

Demokratik sistemin içerdiği seçme ve seçilme hakkı, bütün özgürlükler, halkın yönetime katılması gibi temel unsurlar İslâm'da vardır. Şayet İslâm ile demokrasinin uyuşmadığı nokta­lar varsa bunlar da meşveret ve ictihad yoluyla giderilir. (Kur'ân, 3/159, 43/38).

İslam'ın târihî boyutu ele alınırsa yani islâm geldiği andaki toplumun genel durumu, İslâm'la ilk anda muhatap olan insanla­rın o anda içinde bulunduğu idarî, içtimaî, siyasî ve iktisadî ahvali araştırılırsa, gerçekler daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır ve islâm'ın, o toplumun davranışından neleri tasvip ettiği, neleri ya­sakladığı anlaşılacaktır. Burada şu tarihî bilgiyi serdetmekte fay­da mülahaza ediyorum.

Takriben mîladî 400'lerde doğduğu sanılan ve peygamberin beşinci atası olan Kusay bin Kilâb'ın Mekke ve civarında kurduğu idarî ve siyasî sisteme tarihçiler, Mekke Cumhuriyeti demişlerdir. Kusay, yaşları kırkın üstünde olanların ancak katılabileceği Dâru'n-nedve adında bir şûra meclisini o kurmuştur. İdarî, siyasî ve iktisadî işlerin yönetimini ayrı birimler hâlinde tesis ederek de­mokratik bir sistem oluşturmuş, devlet idaresini kabileler arasın­da taksim etmiştir.

 

Ana hatlarıyla bu taksim şöyledir:

1.  Kabe'nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası için ku­rulan Sidânet ve Hicâbet kuruluşu.

2. Su işlerine bakan Sikâyet müessesesi

3.  Fakir hacıların yiyecek işlerine bakan Rifâde kuruluşu

4.  Savaş işlerine bakan Livâ kuruluşu

5. Askerî işlere bakan Kıyâde teşkilâtı

6.  Halk  meclisi anlamına gelen Nedve meclisi

7.  Önemli olayların tartışıldığı Meşveret  kurulu

8. Diğer ülkelerle ilgili işlere bakan Sefâret müessesesi

9.  Halk arasındaki anlaşmazlıklara ve davalara bakan Hükü­met teşkilatı

10. Ticaret mahkemesi anlamına gelen İşnak kurulu

11.  Silâh, cephane deposu anlamına gelen Kubbe teşkilâtı

12. Falcılık, büyücülük gibi işlere bakan İşar vazifesi

13.  Putlara adanan mal ve eşyaya bakan Emvâl-i Muhâcere teşkilâtı

14.  İbadet esnasında asayişi temin eden îmâre kurulu

15. Savaş esnasında atlara bakım yapan Ainne teşkilâtı.

Bu sistem, İslâm'ın zuhuruna kadar devam etmiştir. Bir nev'i katılımcı demokrasiyi andıran bu sistem incelenmelidir. İşte İslâm böyle bir topluma gelmiştir. İslâm'ın idarî, siyasî ve iktisadî sistemini anlamak için, İslâm'ın geldiği toplumun davranışlarının araştırılması şarttır. Onların davranış biçimlerinden hangilerini İslâm'ın tasvip ettiğini, hangilerini kaldırdığını tesbit etmek gere­kir. Esefle kaydedelim ki, İslâm âlimleri günümüzde İslâm'ın tarihî boyutunu dikkate almamaktadırlar. Halbuki tarihî boyut son derece önemlidir.

Konuya bu açıdan baktığımız zaman görürüz ki, İslâm'da idarî ve siyasî sistem çoğulcu demokrasiye benzemektedir. Zira İslâm'da krallık ve verasete dayalı devlet reisliği yoktur. Dört Ha­life devrinden sonra tarih boyunca gelen idarî ve siyasî sistemler tamamen zaruretten kaynaklanan yanlış uygulamalardır.

Arap Edebiyatı'nda "münâfere" diye adlandırılan sistem de ol­dukça dikkat çekicidir. Kabile reisliğinde anlaşmazlık olunca reis olmak isteyenler bir hakem önünde ve halkın huzurunda karşılık­lı tartışmaya girerler, sonunda hakemin üstün gördüğü kişi kabile reisi olurdu. Bu davranış biçimi, seçimlerden önce yapılan ve demokrasinin öngördüğü propagandaya benzemektedir. Yani, veraset sistemini devre dışı bırakmaktadır. İslâm Peygamberi gönderildiğinde Arap toplumu Kusay'ın kurduğu sistemle idare ediliyordu. Yönetim tek kabilenin ve tek kişinin elinde değildi. Bir nevi istişarî bir sistem hâkimdi. Nitekim İslâm'ın zuhurunda kurulan ve Hz. Muhammed'in de katıldığı "Hılful-Fudul" da çarpıcı bir örnektir.

Allah Rasûlü, ilk anda putperestliğe karşı geldi. Zira putpe­restlik, ideoloji içerdiği için serbest düşünme imkânını ortadan kaldırıyor, hür düşünceye ve hür inanca baskı yapıyordu. Puta tapmayan Hanifler aşağılanıyordu. Hz. Muhammed de bir Hanif idi ve toplumda üzerinde durduğu tek şey, bugün bizim insan hak­ları diye anlamlandırdığımız düşünce ve inanç hürriyetini tebliğ etmekti.

Mekke'liler bu davete karşı şiddet kullanınca İslâm'a inanan­lar göçe zorlandılar. Allah Rasûlü Hac mevsiminde Medine (Yesrib)'den gelenlerle temasa geçerek İslâm'ı onlara anlatmaya çalış­tı. Bilindiği gibi Rasûlullah onlardan biat (oy) aldı. Bu olaya I. ve II. Akabe Biatları denir (9/111). Mekke'nin Fethi'nden sonraki biata Rıdvan Biati denir (48/18).

İşte bizim önemle üzerinde durmak istediğimiz biat konusu­dur. Zira biat oy demektir. Hiç bir baskı olmadan, fertlerin kendi arasından seçecekleri bir kimse, toplumu yönetme yetkisine sahip olur.

 

Şu husus çok önemlidir:

İslâm, din ve dünya işlerini birlikte ele alan, ancak dünyaya birinci derecede önem veren bir dindir. Çünkü ahiret dünyada ka­zanılır.

İslâm Peygamberi'nin iki önemli vasfı ve görevi vardır.

1. Allah'ın elçisi oluşu. Yani peygamberlik vasfı

2. Devlet Reisi oluşu

 

Elçilik vasfı onun asıl vasfıdır. Kıyamete kadar O, Allah'ın elçisidir. Getirdiği sistem de İslâm'dır.

Devlet reisliğine gelince, bu vasıf ve görev onun vefatıyla üm­metine intikal etmiştir. Burada bize göre çok önemli olan bir hu­sus da onun devlet reisliği görevini biata bağlamış olmasıdır. Ya­ni, dünya işlerini idarede biat yani, seçme esastır. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir kendisine halife denilmesini yasaklamış "Ben mü'minlerin emiriyim, Resûlüllah'ın halifesi değilim" demiştir. Onun için ilk zamanlarda onlara halife değil, "Emîru'l-Mü'minin" denilmiştir. Halife sözcüğü sonradan kullanılmıştır. Aslında bu dinî ve siyasî bir hatadır. Zira, halife kelimesi birinin yerine, ma­kamına geçen demektir. Halbuki Resûlüllah'ın makamına geçmek hem mümkün değildir hem de doğru değildir. Allah Resulü hem Müslümanların hem de diğer din saliklerinin dünya işlerini idare etmek üzere onlardan biat (oy) almıştır. Hatta bazı Yahudiler suç işleyince onlara İslâm'a göre mi yoksa Yahudiliğe göre mi ceza is­tediklerini sormuştur. Ben de soruyorum "Bu demokrasi değil mi­dir?" Çünkü Hz. Peygamber, Müslüman olmayanlara İslâm ahkâmını uygulamak istememiştir. Ancak onların rıza gösterme­leri hâlinde İslâmî ahkâm uygulanabilir.

On senelik Medine devrinde Resûlüllah beş sınıf insanı idare etmiştir:

1. Müslümanlar

2. Yahudiler

3. Hıristiyanlar

4. Putperestler

5. Münafıklar

Savaş hâli müstesna bu guruplar hukuk bakımından toplum­da eşit haklara sahip olmuşlar ve adalet çerçevesinde idare edil­mişlerdir. Toplumda hiç bir şekilde Müslüman olmayanlara karşı baskı ve ayrıcalık uygulanmamıştır. Soruyorum, bu demokrasi de­ğil midir? Efendim bu İslâm'dır diyebilirsiniz; biz de onu söylemek istiyoruz. Ancak demokrasiyi açıklamak istersek işte o zaman bu sisteme demokratik bir sistemdir diyebiliriz veya İslâm, demokra­sinin pek çok tarifinden bir kısmına denk düşer.

 

Burada şunu da kaydetmekte fayda vardır. Bilindiği gibi Necran Hıristiyanları Medine'ye gelerek Müslüman olma hususunda Resûlüllah ile tartışmaya girdiler. Bu görüşmeler sonunda onlar Hıristiyan olarak kalmaya karar verdiler ve Resûlüllah da bunu kabul etti. Ancak, idare bakımından İslâm devletine tâbi olmayı kabul ettiler. İşte Kur'ân'da geçen "Dinde zorlama yoktur" (2/256) âyetinin mânâsı budur. Zira demokrasilerde en önemli husus dü­şünce ve inanç özgürlüğüdür.

Şiîlerin iddia ettiği gibi İslâm'da devlet reisliğinin tâyinle ol­madığı, ancak halkın oylarıyla seçilmesi gerektiği hususu hem Kur'ân'da hem Sünnette kesin olarak belirtilmiştir. Ama Müslü­manlar bu konuda şimdiye kadar başarılı olamamıştır. İnşaallah bundan sonra başarılı olurlar ve olmak zorundalar. Kur'ân'da 3/159-43/38) şûra ile ilgili âyetler vardır. Asıl önemli olan Resûlüllah'ın davranışıdır. Bilindiği gibi pek çok sahabî, vefatın­dan önce Resûlüllah'dan kendi yerine Müslümanları idare edecek bir kişinin tâyin edilmesini istediler. O, kesinlikle bunu kabul et­medi. Yerine kimseyi göstermedi. Çünkü bu husus Kur'ân'da açık­lanmıştı. Hiç Resûlüllah Kur'ân'a aykırı bir davranış içine girer miydi ve girmedi. Nitekim onun ölümünden sonra halk Hz. Ebû Bekir'i ekseriyetle devlet reisi seçtiler. Ancak şu hususa işaret et­mek zorundayım. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, o günün şartları icabı Resûlüllah'ın iki önemli sünnetini ihmal ettiler:

1- Kadınlardan biat almadılar. Çünkü Resûlüllah hem kadın­lardan hem de erkeklerden biat almıştı.

2-   Onlar ölürlerken yerlerine aday gösterdiler. Halbuki Resûlüllah böyle yapmamıştı. Zira aday gösterme âdeti cari olun­ca -her ne kadar onlar adayı ölürken göstermişlerse de- daha son­rakiler kendileri hayatta iken aday göstermeye başlamışlardır. Tabiî ki, bir hükümdar önce varsa kendi çocuklarını veliahd yapa­caktı ve yaptı; böylece İslâm ülkelerinde de krallık sistemi uygu­landı.

Bu konularda söylenecek çok şey vardır. Ancak bu bir açış ko­nuşmasıdır. Bu konuda çok değerli ilim adamları çok değerli teb­liğler sunacaklar. Bendeniz burada birkaç hususa işaret ederek sözlerimi bitirmek istiyorum.

 

İslâm demokratik bir nizam mıdır? Veya demokratik sistemle İslâm uyuşur mu? gibi sorulara verilecek cevap, demokrasinin ta­rifine ve uygulanışına bağlıdır.

Bilindiği gibi İslâm'da -diğer dinlerde de olduğu gibi- haram-helâl kavramı vardır. Bana göre en önemli fark bu konuda yani haram-helâl konusunda olabilir. Ama bunların izahı ve uyumu­nun sağlanması mümkündür.

İslâm düşüncesi ile demokrasi ekseri ahvalde birleşmektedir. Esasen insan hayatında çok büyük önemi olan iktisadî sistemin demokrasi anlayışı üzerindeki etkisi büyüktür. Konuya bu açıdan baktığımız zaman meseleyi daha kolay kavrayabiliriz. Şöyle ki: Esasta İslâm'ın iktisadî sistemi kapitalizmdir; ancak bir tek şeyle sisteme açıklık getirilmiştir; o da faizin haram edilmesidir. Zira kapitalizmin maddî ve manevî ana esasları aynen İslâm'ın iktisadî sisteminde de vardır.

Meselâ: Mülkiyet hakkı, herkesin mülkünde tasarruf hakkı. Bunlar maddî esaslardır. Manevî esaslara gelince, insandaki mal-mülk edinme hissi, başkalarından daha zengin, daha güçlü, daha güzel olma duygusu, başkalarına hükmetme arzusu, bunlar insan­da yaratılıştan var olan duygulardır. Servetlerin belli ellerde top­lanmasını önlemek için de İslâm zekât müessesesini getirmiştir. Faiz işlemine sebep olan "kredileşme" ihtiyacını karşılamak için de İslâm Karz-ı hasen" (Faizsiz kredileşme) müessesesini getir­miştir; ama, bu müessese şimdiye kadar tam olarak çalıştırılama­mış, bu yüzden tarih boyunca İslâm ülkelerinde faizli muamele, çeşitli işlemler ve şekiller altında devam etmiştir. Esasa döndüğü­müz zaman İslâmî sistemin, bugün arzulanan demokratik sistem­le uyuştuğunu söylemek mümkündür.

Önemli olan sistemler arasında zıtlığın bulunmamasıdır. Ka­pitalizm, İslâm ve demokrasi arasında temel maddelerde zıtlık ve uyuşmazlık yoktur. Biz bunları derken şunları kastediyoruz:

1. İslâm'ın siyasî sistemi şûradır. Yani devlet şûra yolu ile olu­şur ve idare edilir. Bu da seçim demektir. Demokraside de bu böy­ledir.

2.  İslâm'da tam olarak düşünce ve inanç hürriyeti vardır. Bu demokraside de böyledir.

3.  İslâm'da tam olarak mülkiyet hakkı, maddî-manevî sahip olunan değerlerde, başkalarına zarar vermemek şartıyla tasarruf imkânı vardır. Bu demokraside de böyledir.

4.  İslâm insanlar arasında dil, din, ırk ve sınıf ayrılığını tanı­maz; İslâm'da üstünlük, takva yani fazilet iledir. Demokraside de böyledir.

5.  İslâm, gelirlerin hakça bölüşülmesini ister. Demokrasi de bunu ister. Tabiî biz burada olması gereken İslâm ve olması gere­ken demokrasiden bahsediyoruz. Yoksa uygulamaya bakarsak, yukarıda söylediklerimizin çoğunu her ikisinde de bulamayız.

6.  İslâm, idarede adaleti, eşitliği ve hukukun üstünlüğünü esas alır. Demokraside de bu böyledir.

7.  Nihayet İslâm, genel ahlâkın ve insan haysiyetinin korun­ması, özellikle eğitim ve öğretim yoluyla insanların ve toplumun iyi yetiştirilmesini ister. Demokraside de bu böyledir.

Şurası çok önemlidir:

Bazı İslâm âlimlerinin iddia ettikleri gibi, günlük hayatımızda her şeyin bir dinî nassa dayandırılması fikri genelde doğru değil­dir. Çünkü meşhur Muaz hadisinde geldiği üzere, Resûlüllah (S.A.V.), Muaz b. Cebeli Yemen'e vali olarak gönderirken sordu:

— Ya Muaz! Orada ne ile hükmedeceksin?

— Allah'ın kitabı Kuranla hükmederim, dedi.

— Peki onda dayanak bulamazsan ne yapacaksın, buyurdu.

— Resûlüllah'ın sünneti ile hükmederim, dedi.

— Ya onda da bulamazsan o zaman ne yaparsın, buyurdu.

— Aklımla ictihad ederim, dedi.

Bu cevaptan memnun kalan Resûlüllah "Elçisinin elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurdu.

Hz. Ömer de bu istikamette hareket ederek pek çok konuda insanların lehine ictihadlar yaptı. Mevlânâ Şiblî'nin araştırmala­rına göre Hz. Ömer, kitap ve sünnette bir asla dayanmayan 44 yeni meseleyi ictihadla tesbit ve vazetmiştir. Çünkü Hz. Ömer, in­san merkezli bir din anlayışına sahip idi.

Bir başka önemli husus da Hz. Ebû Bekir'in valilere, komu­tanlara gönderdiği genelgedir: O genelgesinde, "Bulunduğunuz yerlerde halkı kendi adınıza idare edin; Allah, peygamber ve din adına idare etmeyin. Zira Allah, peygamber ve din adına idare eder de hata yaparsanız, halk sizin hatanızı dine yükler ve dinden soğur. Kendi adınıza idare ederseniz hatanız size ait olur" demiş­tir. Onun için, tarihte İslâm adını taşıyan bir devlet ve kuruluş mevcut olmamıştır. Son zamanlarda ortaya çıkan İran İslâm Cumhuriyeti, Pakistan İslâm Cumhuriyeti gibi isimler yanlıştır. Hatta İslâm Üniversitesi gibi tâbirler de yanlıştır. İslâm herkesin­dir. İnsanların oluşturduğu belli kuruluşlara ad olamaz, olmama­lıdır.

Temennimiz İslâm ve demokrasiyi ana fikirleriyle ele alarak çözümler getirmektir. Bugün yaşadığımız dünyada, özellikle İslâm ülkelerinde buna şiddetle ihtiyaç vardır. Gördüğümüz kada­rıyla asrımızda uygulanan İslâm da, demokrasi de kendi özlerin­den ve ana fikirlerinden oldukça uzaktır.

Saygılarımla...

Benzer Konular

İSLAM VE DEMOKRASİ TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI

İSAV, bugüne kadar millî ve milletlerarası 57 tane Tartışmalı İlmî Toplantı yap­mış ve bunların ürünlerini kitap hâline getirmiştir. Beşinci Uluslararası Tartışmalı İlmî Toplantının konusu İslâm ve Demokrasidir.

MATURİDİ TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve İslami İlimler Araştırma Vakfınn müştereken düzenlenlediği "Büyük Türk Bilgini İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” konulu Tartışmalı İlmî Toplantı 22 Mayıs 2009 Cuma günü, 14.00-19.00 saatleri arasında Bağlarbaşı Kültür Merkezi Salonu’nda; 23-24 Mayıs 2009 Cumartesi ve Pazar günleri ise 09.30-19.00 saatleri arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Salonu’nda akdedilmiştir. Bu toplantının açılış konuşmasının Türkçe, Arapça ve İngilizce metinlerine ulaşmak için TIKLAYINIZ...

Namaz ve cami

18-19 Ekim 2008 tarihinde yapılan Namaz ve cami konulu toplantının açış konuşması